30 Nisan 2010

Dilime Dolandı - Oya & Bora


Oya & Bora ya da çocukken aklımızda kaldığı şekliyle Ora-Boya... Hatırlamayan yoktur bu ikiliyi, hepimizin çocukluğuna yer etti çünkü. Ama sanırsam benim biraz fazla yer etmiş. Çıkmak bilmiyor aklımdan. Şuan dinleyenlere güzel gelmesede benim için ilk günkü güzelliklerini hala taşıyolar. Öyle ki geçenlerde tüm albümlerine dönüp bir daha inceledim ve ogünden beri hala dilimde dolanıyor şarkıları.

Oya & Bora , çocukluğum...Zamanında
Eurovision'a katılabilmesi için kurulduğunu düşündüren "Grup Denk" ismindeki ikili daha sonra adlarını Oya & Bora olarak analarak yolarına devam etti o güzelim şarkılarla; sevmek zamanı, ayrılık zamanı, seni bana yazmışlar, belli belli, saraylı... 90'lara damgalarını vurdular bunu kimse inkar edemez. Şimdilerde şarkıları basit gelse de ben sanırsam o basitliğini seviyordum. Oya Küçümen'in o sesine hastaydım. Bora Ebeoğlu bana hep karizma gelirdi. Küçüktüm ve 'Aşk'ı ilk onlarda görmüştüm. Ne kadar doğru bilmiyorum ama 16 yıl sevgili kalıp evlenmişler. Fakat şunu iyi biliyorum onlar birbirlerine her zmana aynı baktılar, sevgi dolu. İşte bu yüzden onların yeri bende hep ayrı olucak. Onlar benim küçüklüğüm, hayallerim, beklentilerim. İşte bu yüzden onların şarkıları hala bana basit ama içten gelecek.

Hangi şarkısını ele alsam incelesem diye düşünüyordum. Bir çoğu biliniyor ve ilk günkü gibi hatırlanıyor ama bir şarkısı var geri planda kaldığından ya da ozaman anlamını bilmediğimizden herhalde biz de pek yer etmemiş. "Ayrılık Zamanı" . Es geçilmemesi gerektiğine inandığım bir şarkı. Sözleriyle canından vuran bir şarkı. Öyleki ; "
Önce gözler bırakırmış sevgilinin ellerini..." diyerek boğazınıza düğümlenen bir şarkı bu.

Benim de ezelden beri çok sevdiğim bir parça. Gerçekten sebepsiz hırçınlıkların ardından gelip çattı her daim ayrılık rüzgarı. Korkar oldum oyüzden benden gözlerini kaçıranlardan. Görmek istenmemesinden korktum geriye bırakılan enkazları. Sevince konuşulmadan da hissedilmesinden korktum ayrılığın. Ayrılığın yakıcı olmasının bu denli açık sözlülükle anlatılmasından korktum ama sevdim bu şarkıyı.

Sözleri şöyleki;

Sen soğuk kış güneşine bakarken
Çöl ateşi yakacak beni
Mesafelere dolanacak iklimler
Ayrı ayrı yerlerde başka insanlar
Başka nefesler
Ama hep uykusuz geceler

Bir yaban gül dikeniyle kan oturdu ellerime
Kötü şeyler olacakmış öyle bir his içimde
Ellerinle saklama terkeden gözlerini
Önce gözler bırakırmış sevgilinin ellerini
Geldi geldi wakti geldi
Geldi kondu dudağına
Pek yakıştı hırçınlığına
Bekletme beni söyle
Ayrılık ne zaman
Ayrılık ne zaman
Söyle söyle ayrılık ne zaman

Ölüm bile yıkamazdı böyle bildik sevgimizi
Çöl kumundan bir kaleymiş dokununca yıkılıverdi
Geldi geldi vakti geldi
Geldi kondu dudağına
Pek yakıştı hırçınlığına
Bekletme beni söyle
Ayrılık ne zaman
Ayrılık ne zaman
Söyle söyle ayrılık ne zaman

Bir kibrit ateşi seni tutuşturuyor
Öyle deli bir sıcak ki her şeyi yakıyor



(Bir not bırakmak istedim biran. Hani yazar notu gibi sonradan hatırlatmalar gibi. Aleme ibret olsundan daha çok kendime ufak bir hatırlatma olsun gibi. Yazar notu olarak yani... Dilime dolandı yine bu şarkı. Korktuğumdan dolanıp kaldı işte. 'Ayrılık ne zaman?' diye sorucağım düşüncesinden dolandı kaldı işte. Oysa gereksizdi biliyorum. Ne demiş çok bilmiş teyzelerimiz kötü düşünürsen kötü olur. Kısmet diyelim ozaman; kader, alınyazısı, mukadderat, burada ne yazıyorsa o... vs. vs.)
29 Nisan 2010

Dök İçini Rahatla ( D.İ.R )

Yıldız Teknik'in en ünlü forumlarından biri yıldızz.com'dur. Her yıldızlının takılmasa bile en azından üyelik aldığı bu sitede DİR diye bir bölüm var. Açılımı; dök içini rahatla. Şuan öyle bir hal içerisindeyim ki acil dir'lemem lazım.(Evet bu yazı Yıldızz.com'la alakalı değildir. İlgini çekmediyse burada sonlandır okumanı.)

İçimi dökesim var şuan ve bu yazıda öylesine bir yazı olacak. Okunması için değil es geçilmesi için. "Ozaman niye yazıyorum ? " güzel soru, yazıyorum çünkü yazdıkça rahatlıyorum. Ben konuşmayı beceremeyen bir gevezenin tekiyim. (Şaşırma! Geveze olmak demek aslında konuşmak demek değildir. Sadece lafı geveleyebilme yeteneğidir.) Bu yüzden yazıyorum işte; çünkü acilen içimi boşaltmam gerek. Saçma bir yazı olucak belki de hiç birşey anlayamayacaksın. Önemseme, yoluna devam et. Bu yazı sadece ben mutlu olayım diye yazıldı, başka bir amacı yok.

Konuşmakta zorlanıyorum. Oysa konuşsam kırıldım diyebilirdim. Kırıldım çünkü değerli hissetmiyorum kendimi. 'Değerli hissetmediğim yani değersiz olduğum için kırılsamda çok önemli değilmiş gibi düşünülmesine kırılıyorum aslında' diyebilirdim konuşabilseydim. Yalvardığım, olması için uğraştığım onca olayın bir 'ol' diyişiyle olabilmesini sağlayanlardan çok da farklı olmadığımı - aslında sıfat olarak farklı ve üstünken, yaptırım olarak farklı ve onlardan daha önemsizim- düşündüğüm için canımın yandığını anlatabilirdim pekala. Ama konuşamıyorum. Gevezeyim ama kırıldığım ve ya canımın yandığı zamanlarda konuşamıyorum. Çünkü o an her hatun gibi duygusala bağlıyorum. Gözlerim sussuz kalmışcasına gözyaşına kana kana doyuyor. Yutkunurken kalbim sıkışıyor. Her hatun gibi o an zır zır ağlamak istiyor bünyem. Ama ben ağlamam. Bunca yaşanan olaylar arasında böyle saçma bir nedene ağlamam. İstemdışı gelen ağlama reflekslerini de konuşmayarak uzaklaştırırım.

Ağlamamak için kırıldığımı söyleyemiyorum, söyleyemediğim için de ağlamama sebep daha binlerce kırılıcak olay yaşıyorum. Bu kısır döngüye kısılıp kaldım. Saçmalağın daniskasındayım başbakanımız gibi. Kurtulamıyorum. Unutuyorum ben de. Bir tatlı söz, bir jest uğruna geçip gidiyorum kırılganlar durağından. İçim kırık dökükde olsa yeni bir güne sapasağlam günaydın diyebiliyorum. Bu labirantten tam anlamıyla kurtulmanın yolunu bulana kadar da demeye devam edicem günaydınlarımı.

Biliyorum saçma bir yazı oldu. Bu neydi şimdi diyeceksin ? Hiç birşeydi. Herşeyden bahseden hiç birşey... Senin herşeyin olan hiçlerin yok mu ? Sen hiç bir 'hiç 'e sahip oldun mu ? Olmadıysan artık bu yazı senin için bir 'hiç' , olduysan zaten ne demek istediğimi anlamışındır. 'Hiç' lerle dolu bir dünya da en az hiçe sahip olmamız dileğiyle demekten başka bir şey gelmiyor elimden. Adios amigos....
22 Nisan 2010

23 Nisan Neşe Doluyor İnsan !

" Hayat bayram olsa " ne güzel bir temennidir. Ben gibi deliye her gün bayram o ayrı ama asıl bayram yarın; '23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'

İçimdeki çocuk aşık bu bayrama; her yerin rengarenk süslenmesine, neşeli şarkılar söyleyen bir sürü çocuğun tek bir sevinçte toplanmasına... Ülkemin bir yanındaki çocukların Bir günlüğüne de olsa büyüklerinin koltuğuna otururken yaşadığı mutluluğu, diğer yanındaki çocukların 100 kişin tecavüzüne uğramasına rağmen seslerini çıkartamamasın acısını düşününce aşığım bu bayrama ve ülkeme diye biliyorum, evet. Hayranım bu ülkeye! Ruhları çalınan çocukların sesleri duyulmasın diye son ses şarkı söylemesini istiyorlar diğerlerinden. Ve bir yerlerde "bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan" derken çocuklar, diğerlerin ' neşe ' kavramını kaybedişinin bilmem kaçıncı yılı kutlanıyor. İşte tam da buyüzden hayranım bu ülkeye! Bir yanda Baş öğretmen Atatürk'ü yetiştirmiş diğer yanda adı tecavüze tacize karışmış bir müdür yardımcısını... Hayran olmamak elde değil !

Ki ben bayılırdım 23 Nisanlara... Tüm gün duyulan çocuk seslerinin şarkısına ama izin vermiyolar sevinmeme. Her gün yeni bir haberle soğutuyolar beni yaşamdan. Hergün çalınan bir 'ruh'un haberiyle "işte bak bu da bizim" derlerken ve ben ertesi güne dün hiç bir şey olmamış gibi devam ederken güzel bir 23 Nisan daha kutlanıcak sokaklarda. Bir sonraki 23 Nisana akılda kalıcak bugün yaşanılanlar tek eksikle ' 7 zavallı ruh' olmadan. Onlar hariç herşey daha dün gibi aklımızda olucak.

Tamam ben de susuyorum! Canınızı sıkmak değildi amacım, 23 Nisanınızı elinizden almak hiç değil. Severim ben de 23 Nisanları. Çocukların mutlu olmasını sevdiğim için severim. Yakarışımda bu yüzdendi ya...

Her neyse gelelim sadede. 23 Nisan da Çapada Lösemili çocukların yanında olucaz Yıldıztog olarak. Gelmek isteyenleri bekleriz.

Nice mutlu ve huzurlu 23 Nisanlara ...
19 Nisan 2010

29. İstanbul Uluslararası Film Festivali

29. İstanbul Uluslararası Film Festivali sona erdi. Emek'siz eksik kalsa da festival yine filmler yönünden doyurucuydu. İlk defa bir festivalde çabucak biletlerimi aldım. Aldığımda şoktaydım çünkü işlemim 10:04 de bitmişti. Herkes Atlas'a koşuştururken Yeni Rüya'da beklemenin faydasını gördük bacımla ama yine de tercih söz konusu olsaydı Emek'te saatlerca sıra beklemek ve bu filme bilet kaldı mı acaba diye iç geçirmek isterdik. Emek'imizi isterdik.
Emek'siz bir film festivali olmuş
tu. Ara ara protestolarla Emek için biraraya gelme çağrısı yapıldı. Burdan da bir kez daha yapmak gerekirse http://www.emeksinemasiniyasatalim.org/ adresinden davete yanıt verebilirsiniz. Bunun dışında festival filmleri yine ruh okşadı. Çok fazla filme gidemesem de gittiğim filmleri değerlendirmek isterim.

Festivaldeki ilk filmim "Orjinal Altyazılı" (V.O.S) idi. 4 kişinin aşk ve dostluk üzerine romantik komedisiydi. Bu şekilde bakıldığında klasik gibi dursa da aslında gerçekle kurgu arasında kalışı ve farklı bir anlatıma sahip olmasıyla diğerlerinden ayrılan özgün bir film. Sinema hilelerini ve romantik komedilere göndermeleriyle seveceğiniz bu filmi muhakkak izlemelisiniz.

"Nowhere Boy" hakikaten ingiliz fotoğrafçı Sam Taylor Wood 'un da dediği gibi son on yılın en iyi müzik filmiydi. The Beatles'ın üyelerinden John Lennon'un gençliğine ışık tutan film onun ruh halini daha iyi anlamamızı sağlarken Paul McCartney ile tanışmalarının öyküsüne de yer veriyor. Kaçırılmaması gereken bir film diye düşünmekteyim.

Ve sanırsam beni festivalde en çok etkileyen filmlerden biri " Aşkın Son Mevsimi"(The Last Station) idi.Tolstoy'u ve onun hayat eşi hayatının aşkı Sofya'yı konu eden film aşkın karmaşık yapısını gözler önüne seriyordu. Herşeye rağmen aşk ayakta kalabilir miydi? Tolstoy'un son zamanlarını anlatan bu filmi ütfen hatrım için izleyin. Eminim pişman olmayacaksınız. (Böyle de bir film tavsiyesini anca ben verebilirdim herhalde. Dua edin "ölümü gör izle" gibi medine dilencisi tavrımı gözler önüne sermedim hadi yine iyi yırttınız :p)

Dördüncü filmim "Annemi Öldürdüm" (J'aı Tué Ma Mére) idi. Annesini sevmeyen eşcinsel Hurbet 'ın sevgiyle nefret arasındaki gelgitlerini anlatan filmin yönetmeni ve oyuncası yirmi yaşındaki Xavier Dolan. (Yirmi yaşımdayken hayatımı ne kadar boş geçiröişim diye düşündüm bunu duyunca.)

"Elveda" (L'affaire Farewell) filmi herhalde öncelikle Emir Kusturica 'nın baya bilgi sızdıran bir KGB subayını canlandırması dolayısıyla kalbimi feht etti. Soğuk savaş zamanlarını anlatan film ince ayrıntılarıyla izlemeye doyamıyacağınız bir serüvene dönüşüyor. ( Kırmızı balon seni unutamadım:) )

Ve sıfır bütçeli bir film olan "Hırs" ( Resurrecting 'The Street Walker') izlediğim bir başka filmdi. Sinemacı olmaya kafayı takmış James Parker'ın tesadüfen bulduğu tamamlanmamış bir film olan '
The Street Walker' filmini tamamlamaya çalışmasını anlatıyor. Sıfır bütçeli bir film olarak başarılı olan film yorumlandığı gibi şeytanca yaratıcı değil belki ama izlenesi hoş bir film.


Festivaldeki son filmim "Hücre211" (Celda211) idi. Gardiyan olucak olan Juan hapishanedeki ilk gününde başına tavandan düşen bir parçayla bayılır. Uyandığında bir isyanın tam ortasındadır. Hayatta kalabilmek için mahkummuş gibi davranan Juan mahkum olmanın şartlarını öğrenicektir acı bir şekilde. Donsuz Don Juan'nin bu filmi 2010 Goya en iyi film ödülünü hakkettiğini belli ediyor. Muhakkak izleyin. İzlemeyen mürvetini göremesin :)


Festival kısaca böyleydi. En kötü festivalimiz böyle olsun dostlar....

Sana Bütün Derdimi Dökmek Geldi İçimden...


Bugüne dair ( Saat on ikiyi geçtiği için aslında dün oluyor ya neyse...) bir şeyler yazasım var. Tam olarak ne yazıcağımı da bilmiyorum o ayrı ama yazasım var işte. Bugünü kayda geçiresim var - ki unutmayayım bir daha bugünü, bir daha o gülümsemeden uzak kalmayayım.

Gülümsemesi... Yok böyle bir duygu, böyle bir heyecan. Hafiften kıvrılıyor ya dudaklarının kenarları içine sıcacık bir duygu seli akmaya başlıyor o an. Dudaklarıyla aynı müziğe eşlik edercesine parlamaya başlıyor gözbebekleri. İşte diyorsun, "Yaşıyorum çok şükür, yaşıyorum ya bu hayatı onunla binlerce kez şükür". Ve ben, yaşamayı bile eline yüzüne bulaştıran ben, böyle bir gülümsemeyi kaybettim.

Çok bir şey beklemedim hayatta. Beklediğimi düşünmüyorum yani en azından, isteklerim o kadar da korkutucu şeyler değildi. Basittiler, tamam belki saf oldukları için bana layık değildiler ama basittiler. Sadece sevmek ve sevildiğimi hissetmek istedim. Ah ah ben o gülüşte sevgiyi hissetmiştim, belki sevildiğimi değil tam anlamıyla ama sevgiyi görmüştüm o göz bebeklerinde. Bu da bana yeterdi; beni sevmesede tam anlamıyla sevgiyle bakıp yüreğimi ısıtması, sevilebilme ihtimalim yeterdi. Ah ah ben o gülüşte sevgiyi hissetmiştim ama kaybettim.

Ben en çok onu mutlu görmeyi sevmiştim ama suratının asılmasına sebep oldum. Zaman zaman kendimden nefret ettiğim anlar olmuştu ve birçoğu boş yereydi. Fakat bu sefer tam yeri sanırsam . Biliyorum hatalı olduğum çok yer var. Belki çok güvenilir biri değilim. Hayatta ayakları üstünde duran birinden daha çok hep korunmaya muhtaç olan yalnızlıktan korkan bir ufaklık oldum belki de. Ne derseniz diyin ya da aslında ne olursam olayım bir şekilde bir yerlerde hata yaptım farkındayım. Gelene git demedim hiç; demem gerekirdi kovulduğum gibi kovmam gerekirdi ama demedim. Sebebi ordan nasıl gözüküyor bilemiyorum. Ama gelene git diyemiyorsam hatırdandır; yaşanmışlıklara ya da ortak arkadaşlarıma olan saygımdandır. Biliyorum hatam kendimi öncelikle düşünmemem ve yine biliyorum ki bu dünyanın en büyük suçu!!! Suçluyum kabul ediyorum. Ve tek suçum bu değil korkağım da aynı zamanda. Endişelerine esir olmuş bir korkak. Onu dersem ne olur bunu dersem ne derler diye düşünmekten endişelenmekten hayatı kaçırmış bir korkağım hem de.
Suçluyum kabul ediyorum. Kendime ait bir hayatım olmadan yaşamaya çalışıyorum işte tam buyüzden suçluyum çünkü sana hiç bir şey veremiyorum. Sadece sevmekle yetiniyorum.

Biliyorum "sorun" bunlar değil yani tam olarak değil. Özetin özeti olur sadece bunlar. Biliyorum zamana bırakmak, ne olucağını nereye gidiceğimizi zamanla görmek daha mantıklı bir çözüm. Ama tutamıyorum kendimi; haykırmak geliyor içimden 'öyle değil öyle değil' demek. Biliyorum susup bekleme vakti vakitlerden ama yüreğim el vermiyor. Seni gülümsemeden bir gün daha görme ihtimali beni deli ediyor. Delirdim sanırsam :)

Abartıyorum, sevme işini abartıyorum. Herkes daha sevip sevmediğini bilmezken ben seviyorum diyebiliyorum. Abartıyorum. " Seni seviyorum." demek için çok erken ama başka bir türlü anlatamıyorum içimdekilerini. Ve buyüzden abartıyorum. Daha neresindeyim ki hayatın ? 'Seni sevmelere' daha çok var...Vakit gelmedi daha, zaman daha akmadı. Seni sevmeler durağına daha varamadı gönlüm. Kendini orda sanıyor çünkü orda olmak istiyor ama daha yolu var farkındayım. Bekliycem zaman aksın yolculuk başlasın; seni sevmeler durağında bekliycem. O gülüşünle bana gelmeni bekliycem...


NOT: İki şarkı var dilimin ucunda; 1) Rana Alagöz - Öpmek geldi içimden
2)
Bryan Adams - Have You Ever Really Loved A Woman

16 Nisan 2010

Ben Neden Böyle Oldum?


Bu soru ne zamandır takılmaktaydı aklıma... Ben neden diğer insanlar gibi normal değildim? Beni “deli” , “farklı”, “uzaylı” klişelerine yakıştıracak ne özelliğim vardı böyle tuhaf? Bu sorularının yanıtını bugün saç kestirirken buldum; BEN NORMAL DEĞİLDİM ÇÜNKÜ NORMAL BİR ORTAMA HİÇ SAHİP OLMADIM!

Siz hiç kuaförde felsefe yaptınız mı?
Evet, doğru okuyorsun şaşırma kuaför ve felsefeyi aynı cümle içinde kullandım. Normalde insanlar saç kestirirken çayını sigarasını içer, mahallenin dedikodusunu yapar. Eğer mahalle kuaförü değilse gidilen yer, dedikodu yapacak ortak bir konu bulunmadığı için memleket meseleleri yatırılır makasın keskin ucuna. Evet, siyaset konuşulur ama felsefe ne alaka ya ?!
Saçımı ilk Viva’ da Gündüz Abi kesmiştir ve kuaför değişikliği yapma fikrimden sonra denediğim ilk yerde saçımı keleşe çevirdiklerinden beri Gündüz Abi’nin kanatları altından hiç ayrılmamışımdır. Yani saçımın teline tek erkek eli değmiştir o da Gündüz Abi’nin elidir. Ve bugün saçlarımın kırılan sesleri arasında intihar etmelerine dayanamayıp ölümünüz benim elimden olsun sizi kestireyim dememle beraber Viva’nın yolunu tutup Gündüz Abi’me merhaba dedim. İşte o andan itibaren gözümün önündeki perdeler tek tek kalkacaktı ama ben bundan şimdilik habersizdim.
Küçüklüğümden beri kuaför koltuklarına kurulup kraliçe olduğumun hayalini kurmayı severim. Etrafımda bana hizmet etmek için dönüp dolaşan insanlar bana hep bu havayı vermiştir. Ve ben yine bugün kendimi bir kraliçe olarak düşünürken Gündüz Abi ‘nin “ Saçlar insanların kişilikleri, hayatları gibidir. Sence de öyle değil mi? “ demesiyle pat diye dünya ya düştüm. Saçlar? Kişilikler? Hayatlar? Sanırsam asıl soru şu olmalıydı; kuaförüm felsefe mi yapıyor?
“Saçlar insanların kişilikleri, hayatları gibidir... Saçlar gibidir kişiliklerimiz; şekil veririz cilasını attırırız yani değişik özellikler huylar ekleyebiliriz ama dazlak haline de getirsek kendimizi tekrar çıkacaklardır çünkü kökü bizdedir, çünkü kişilik denen olgu senin bir parçandır değişmez kolay kolay. Ve saçlar hayatlarımız gibidir. Özen göstermezsek kepek oluşur dertler gibi. İyi bakarsak da parlarlar...” Noluyoruz ya? Kuaförde felsefe mi yapılır? Bir saç kesimi süresi boyunca hayatlar üzerine tartışan kişi ben miyim? Kuaför koltuğunda otururken ben kimim diye kafa patlatmak, kendini sorgulamak ne kadar normal?
Sonrada diyorum ki ben neden böyle oldum... Normal bir ortamım olmamış ki ben normal olayım. Kuaför de felsefe yaparken büyümüşüm ya daha ne olsun...
Ben neden böyle oldum? Çünkü canım istedi; bu kadar basit! ;)
Bu arada dipnot düşmem gerekirse yıllardır kuaför geleneği olarak kabul ettiğim erkek kuaförlerin “top” olma özelliğini benim yaşlarımdaki oğluyla tanıştırarak yıkan Gündüz Abi sana buradan şunu söylemek istiyorum ; “ Ömrümü yedin bitirdin !!!!!”
14 Nisan 2010

41AT 'em, nar tanem , nur tanem...




41 AT 'yi duyan var mı aranızda ? Peki 41 AT'yi kullanan şanslı(!) birileri var mı ?

Ben bu şanslı insanlardan biriyim. Okula gitmek için sınırlı sayıdaki güzergahlarımdan birinin hatta baktığında diğerlerinin de yolu 41At den geçiyor.
41AT, Ayazağaköyü- Davutpaşa YILDIZ TEK. ÜNV.Kampüsü arasındaki şirince bir otobüstür. Abisi 500ES'in yolundan ilerlemekte ve yeri geldiğinde huysuzlukta ondan aşağıya kalmamaktadır. Herkes bir şekilde 500ES'i duymuştur. Kendisini en iyi ömür törbüsü olarak adlandırabiliriz herhalde. Ben 2006da hazırlık okurken(buralar eskiden dutluktu, buralara hep kurt inerdi..siz bilmezsiniz:p) ilk haftadan dağıtılan bir broşürde şu yazıyordu;Davutpaşada seyahat madde1: 500ES yolcusuysan hayatta kalmanın tek yolu var bulduğun ilk direğe yapış anan avradın gibi sahip çık ve bırakma yoksa o kalabalık seli seni yutar!!!Böyle bir şeydi 500ES işte.Anlatılmazdı yaşanılırdı ve yaşamak o kadar da kolay değildi.
Sonra ne mi oldu ? 500ES'e evlatlık geldi 41AT :)Herşey çok güzel olucaktı..500ES çilesi bitmiş, genç dinamik bir otobüse sahip olmuştuk artık. Üst üste seyahat döneminin sonuydu artık diyorduk. Ama bilmediğimiz birşey vardı. Atasözlerinin laneti... "Boynuz kulağı geçer" derler ya biz bunu unutmuştuk işte.

Ne sevimli ne cici şeysin sen dediğimiz 41 AT " Armut ağacından uzak düşmez." sözünü kanıtlarcasına 500ES yolunda hızlı adımlarla ilerledi. Ah ah ah 41AT yakmıştın çıramızı!!! Saatlerce beklemedik mi seni duraklarda, 15-20 dakikaya ordayım derdin hep 40dakika bekletirdin ses mi ederdik, kapın açılınca Ata Demirel hesabı 'hangisine bineyim ? ' dedirtsende sadece senin gördüğün boşluklara ilerlemedik mi ??? Söyle 41AT biz seni sevmedik mi ???

Herşeyiyle sevdik 41AT'yi, en azından sevdim. O da beni severdi bir zamanlar. Aah o eski günler...Aranızda belki hatırlayan olur; bir ara davutpaşa 500lerin otogarı şekline dönüşmüştü sonra her yeşillik alanda karpuz yerken göbeklerini kaşıyan ayakkabasını çıkartıp kenara koymuş amca görüntülerinin hoş olmadığını farkedip vazgeçilmişti bu fikirden. İşte ozamanlarda hangi araç nerden geçeceğini son dakika karar verirdi. Bir arka durak bir ön durak mekik dokurduk bizde. Bir gün çok iyi hatırlarım ön durakta beklerken sen arka duraktan geçiyordun o huysuz şoförlerinden biriyle ve ben sana el sallamıştım. Şoförüne kırptığım göz yerine ulaşmış ben gelene kadar arka durakta beni beklemiştin. Biliyordum severdin beni 41AT :)

Evet severdin beni ama sonra ne oldu ?! Ayran içip ayrı mı düştük be 41'im - ki bilirsin ben ayran sevmem. Ne oldu iki gözüm? Neden nefret eder oldun benden, kırdın mı seni bilmeden? Şimdilerde bana cephe almaktasın ve beni kırmaktasın bilesin. Sabahları saatlerce bekletiyorsun beni edirnekapının tozlu duraklarında. Ben yoksam eğer çok dakikmişin haberin geliyor.Geçenlerde minibüsçü amcama yolunu kestirdim kapına vurdum açmadın.Bana baktın, beni gördün ama açmadın kollarını. Şoföründen sinsice bir sırıtış geldi o kadar...Beni her sabah bir durak peşinde koşturuyorsun amacın göbeğimin erimesiyse; vallah sevgilim içinde sorun değilmiş, gereği yok erimesine yorma beni nar tanem nur tanem birtanem. Ben saatlerce seni beklerken edirnekapıda nereden tüyorsun bilmiyorum Cevizlibağda gözüküyorsun söyle bunu bana neden yapıyorsun??

Bazen düşünüyorum 41AT şoförü olmak için özel bir eğitim veriliyor ve o eğitim sırasında benim fotoğraflarım mı dağıtılıyor diye. Beni gören her 41AT ci almamak için elinden geleni yapıyor çünkü farkındayım. Beni gören otobüs yolunu değiştiriyor. Sanırsam bindiğim otobüs puan kaybediyor.Hadi eski günlerin hatrına itiraf et 41'ciğim bir tarikat mı kurdunuz bana karşı. Noluyor kuzum Allah aşkına? Bu aşk böyle bitmemeliydi, seninle yaşayacak daha ne güzel günlerimiz vardı...


Ah 41 ah... Seni herşeye rağmen seviyorum. Ne olur affet beni ey sevgili. Tıkış pıkış gidişlerimizi özledim. "Sağlı sollu yanaşalım!!!! Genç davetiyemi bekliosun, arkalar bomboş ilerleyelim!" diyişini özledim.
Formundaysa salak salak espri yapan şoförleni özledim. Yaz okulu vakitleri 6:30 servisinin şoförüyle yaptığım kahvaltıları özledim. Seni çok özledim 41'im. 500ES 'in tahtına aday yarim, beni yine sev bekletme durak köşelerinde. Beni 85C'lere, Çilek Turizm servislerine yem etme.Gözlerim yolda beklerim gelmeni, kaç saat oldu sen gelmez oldun...Sen beni artık sevmez oldun.. Olsun yine de severim ben seni 41AT'em :)

8 Nisan 2010

Süperman Olmak Lazım Bazen :)

Kan kanseri tedavi sürecinde hasta ve yakınlarının en çok zorlandığı konulardan birisidir gerektiğinde uygun kan veya trombosit bulmak.. Ne yazık ki hastalar, kan değerleri düştükçe kan ve trombosit alımına ihtiyaç duyarlar. Özellikle, bu ihtiyacın ne zaman doğacağının belli olmayışı, bağışçıdan alınan trombositlerin en fazla 5 gün saklanabilmesi ve bağışların az olmasının nedenlerinden; bilgisizlik, organizasyon eksikliği, iletişim için bir bağışçı veritabanının olmayışı gibi sorunlar konuyu içinden çıkılmaz bir hale getiriyor.

Yıldız sosyal sorumluluk klübü 4 yapraklı yonca projesi ekibi olarak ; en azından yakın çevremizde kan ve trombosit ihtiyacı konusunda farkındalık yaratmak ve gönüllülük yaptığımız Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ndeki bağışçı bulma sürecini kolaylaştırmak, hızlandırmak için bir kampanya düzenlemeye karar verdik. Bu süreçte amaçlarımızdan birisi de çocuk onkoloji servisinde ihtiyaç duyulduğunda kullanılabilecek bağışçı veritabanı oluşturmak olacak..

Kan ve trombosit bağışı kampanyamızın ilk etkinliği 10 Nisan günü Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde gerçekleşecektir. Kan ve Trombosit bağışında bulunmak isteyenlerin ad soyad, tel, doğum yılı, kan grubu ve bağış türü(kan, trombosit,kan ve trombosit) bilgilerini yazarak 4yy.yildizsos@gmail.com adresine mail atmaları gerekmektedir. Etkinliğimize 10 Nisan'da katılamaycak olup sonrasnda vermek isteyenler de mail atıp bu durumu da not olarak düşerlerse daha sonra ihtiyaç halinde geri dönülebilecektir.

10 Nisan günü etkinlik için saat 10.00da Yıldız Teknik Üniversitesi Beşiktaş kampüsünden otobüs kaldırılacaktır. Aynı şekilde bağışçılar 15.00'da da Göztepe Hastanesi'nden servislerle Beşiktaş'a geri dönebileceklerdir.

Tüm dünyayı kurtaramayız belki ama bir hayatı kurtarmak bizim elimizde... Hadi siz de bir el uzatın.

İstiklal Ruhunu Kaybetmemeli Diyenler !!!


T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı,

Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu'na,
Biz aşağıda ismi bulunan, sinemaseverler, festivalseverler ve kültürel mirasımıza sahip çıkmak isteyenler olarak 86 yıllık geçmişiyle, anılarımızın, gençliğimizin, kültürümüzün, sinemamızın içinde büyük bir yer eden, Yeşilçam sokağındaki tarihi Emek Sinemasının kapatılmasına ve yıkılmasına karşıyız. Nihai çözüm Emek Sineması'nın, Türk ve dünya sinemasının festivallerde gösterilen seçkin örneklerini seyircilerle buluşturan, Türk ve yabancı yönetmenler ve oyuncuların katılımıyla film sonrası söyleşileri düzenleyen, belirli haftalarda yeni Türk yönetmenlerine, sinema öğrencilerine ve yetenekli kısa filmcilere eserlerini gösterme imkanı sağlayan, sinema sarayı geçmişine ve binasına, Türkiye'nin sembol sineması olma özelliklerine yaraşır bir sinema ve film merkezine dönüştürülmesi, kısaca Emek Sineması ve Film Merkezi olmasıdır. Yukarıdaki metni onaylıyorsanız ve siz de adınızın, soyadınızın ve mesleğinizin onaylayanlar listesinde yer almasini istiyorsanız lütfen ad, soyad ve mesleğinizi bir e-mail ile onay@emeksinemasiniyasatalim.org adresine yollayınız. Onaylayanların listesini bir sonraki güncellemede sitemizde yayınlayacağız. E-mail adresiniz gizli tutulacaktır. 18 yaşını doldurmuş olmanız gerekir. Üniversite öğrencileri, üniversitelerinin isimlerini ve bölümlerini de yazabilirler.


Kaynak
: http://www.emeksinemasiniyasatalim.org/


Tüm sinemaseverleri ve Emek'in ruhuna tanık olmuş herkesi desteğe bekliyorum. Emek İstiklalin ruhudur, Emeksiz film festivalleri festival değildir diyorsanız; siz de benim gibi en güzel filmleri orda izlemiş, en heyecanlı anları Emek'in önündeki bilet kuyruğunda yaşamışsanız Emek' e sahip çıkarsınız.

Emek'e sahip çıkmanın vakti geldi.Emek'i kurtarmak için emek verelim.




Dikkat Kuzey Kutbu

İzleyiciler

Etiketler

14 şubat (1) 23 Nisan (1) 25 yaş (3) 29 Temmuz (1) 41AT (1) 5 Kasım (1) 500ES (1) 90's (1) adap (1) amiral battı (1) analiz (3) anlamak (1) Arzu (3) aşk (7) aynı (1) ayrılık (2) ayrımcılık (1) bachata (1) banka (1) başkent (1) beğenmek (1) beyaz (1) bilmece (1) bir sevgi istiyorum (1) bovling (1) Bülent Ortaçgil (3) Cahit Arf (1) ceviz cafe (1) Cihan Demirci (1) çay (1) Çingene Kızı (1) çizgi film (1) çocukluk (8) çorap (1) dans (1) Davutpaşa (1) değişim (1) deli gömleği ütü istemez (1) demirdöküm (1) Devekuşu Kabare (1) dilek (1) Dilime Dolandı (2) DİR (20) Disko Kralı (1) doğum (1) doğumgünü (2) Don Kişot (1) dost (4) dövme (1) düğün (1) dün akşam (1) eller (1) emek sineması (2) Emel Sayın (1) engelli (1) ergenlik (1) Erhan (1) esas kız (1) Eskişehir (1) evlilik (3) Eylül Akşamı (2) Fenerbahçe (1) festival (4) fikir (1) film (6) filmekimi (2) Finansbank (1) Freddy Krueger (1) futbol (1) gala (2) GAMYAD (1) ganyan (1) Gaziantep (1) Gaziantep Kalesi (1) gemi (1) gezi (2) göçmen (1) guiness (1) gülümseme (1) güncelleme (1) günlük (2) haber (1) hakkında (1) Hakkında Değil Kendisiyle Konuş (1) hayatım (4) Haydarpaşa (1) Hayvanat Bahçesi (1) hesap (1) hoşgeldin (2) huzur (1) IKEA (1) İkitelli (1) istanbul (1) istemek (1) (1) iş hayatı (1) İzmir (2) kaçmak (1) kader (1) Kahramanlar Müzesi (1) kahve (2) kampanya (1) kan (1) kan kanseri (1) kapak (1) kapı (1) kaybetmek (1) kedi (1) kırgınlık (1) kısa kısa (2) kitap (1) klip (2) koltuk (1) konser (1) korku (2) korku filmi (1) kuaför (1) kurbağa (1) kutlama (1) kuzen (1) kültür (1) leylek (1) madde (3) Mars Heykeli (1) masal (1) matematik (5) melez (1) mezun (1) mezuniyet (1) mim (1) minibüs (1) nar (1) nargile (1) nil (1) Okan Bayülgen (1) oryantasyon (1) Oya-Bora (1) oyuncak (1) önyargı (1) örtü (1) özlem (1) pasta (1) patikli penguen (1) pazar (1) pi (1) platonik (1) poster (1) saçma (1) sansür (1) sarı kağıt (1) savaş (1) Secret Cv (1) sevgi (2) siyah (1) soba (1) soğan (1) sorgulama (1) staj (1) stres (1) süpermen (2) şarkı (6) şataraban (1) şerefsiz (1) şımarıklık (2) şiir (3) Şirinler (1) şizofren (1) takım (1) Taksim (1) tango (1) tanımak (2) tanıtım (3) tanrı (1) taslak (1) taşlıtarla (1) teleşli apt (1) terlemek (1) tesadüf (1) tesbih (1) trombosit (1) unutmak (1) V for Vendetta (1) yabancı (1) yağmur (1) yangın (1) yapma (1) yardım (1) yasak (1) yaşayan kütüphane (2) yemek (1) Yeni türkü (1) yeni yıl (1) yeşilçam (2) Yıldız Teknik (6) Yıldıztog (4) yıldönümü (1) yolculuk (1) yumak (1) yumurta (2) yüksek lisans (1) Zeki Müren (1) Zeugma Müzesi (1)

Sobe!

Takvim İnsanları