30 Ağustos 2010

Gidiyorum Buralardan Abbas

Gitmek, mümkün mü artık
Gitmek, onca yollardan sonra
Yeniden yollara düşmek

Rakılı akşamlar, gün batımları
Çocuk gibi ağlar yaz sarhoşları
Olmamış yaşamlar, eksik yarınlar
Hatırlatır her şey eski aşkları



Yeni türkü'nün şarkısı... 'Yollar bize memleket' diyordu o şarkısında neresi sıla neresi gurbet diye sorarken. O memleketini şaşırdı düştü yollara ben 'beni' şaşırdım düşüyorum yollara... Uzun lafın kısası İzmir yolcusuyum yarın ve bir süre buralarda yokum.Yolcudur abbas bağlasan durmaz artık. Esenle kalın...

Gidiyorum buralardan...

29 Ağustos 2010

Ennee Sobaymış Meğersem O

Bugün az çocuk bakıcılığı yapınca anladım ki herkes çocukken aynıymış; meraklı ve cesur. Kendi çocukluğumu düşünüyorum da... Şimdi bizim küçük afacanlara kızıyorum ama benimde onlardan bir farkım yoktu. Hatta onlardan daha yaramaz olduğum bile söylenebilir. Annemin devamlı bana 'Öcü var orda gitme', 'Kaka o ağzına sürme', 'Cızzz yanarsın elleme' demekten yorgun ve bitap düştüğünü hatırlıyorum. İşkence derecesinde yaramaz bir çocuktum işte.

Hangimiz küçükken yaramaz değildik ki zaten. İçimizde bitmek bilmeyen merak ve öğrenme duygusu üstüne bir de düşündüğümüzü gerçekleştirmek için sahip olduğumuz deli cesareti, alın size yaramazlıklarla dolu çocukluk yaşamı. Ama düşünüyorum da şimdi benim bir de bunun üstüne garip bir beynim vardı. Nasıl diyeceksiniz şöyle ki; garip zevklerim vardı ve olaylardan garip çıkarımlar yapıyordum. Ufak bir anektodla anlatmayı deneyeyim en iyisi...

Sobalı evde büyümek ayrı bir keyiftir. Kışın onun sıcaklığını hiç bir kaloriferli ev tutamazdı bence. Hem hangi kaloriferli evde kestane keyfini yaşayabilirdin ki ya da soba üstü mantar ya da soba üzerinde yavaşça kızarmış ekmek keyfini.Ayrıca sobanın yanına kedi gibi süzülüp yatmak ve büyükannemden masal dinlemek, çocukluğumun en güzel anlarıydı. Oyüzden sobanın yeri bende hep ayrı olucaktı. Bu ayrıcalığını bir hikayeden daha almaktaydı tabi; sobayla ilk yakın tangomuzdan...

Bizim ilk emektar sobamız - yani dans ettiğim ilk soba- ünlü demirdöküm sobalarındandı. Bilmeyenler için anlatmak gerekirse; demirdöküm sobalarının içindeki taşlar, nasıl bir taşsa artık, dışarı fazla ısı verdiklerinden diğer sobalara göre daha iyi ısıtırlardı ve dış görünüm açısından da diğer sobalardan iyidiler. Çünkü diğerleri gibi düz değildi dışı, yanlarında sayfa süsü gibi süsler vardı. Bizim sobamızda böyle bir şeydi. Odanın köşesinde kuruluydu ve annem tarafından oraya gitmem yasaklanmıştı. Sobanın yanına gidip her yattığımda annem telaş yapar, 'Cızzz yanarsın elleme' derdi. Uzun süre annemin güvenini kazanmak için dokunmadım sobaya ve böylece giderek 'Cızz, kaka, öcü' deyimleri azaldı. Ama benim merak duygum hala devam ediyordu. Bir gün annemin boş biranını yakalayıp sinsice sobaya gittim. önce parmağımla dokundum çok sıcak geldi sonra desenleri inceledim ve bacağımı gidip sobanın yanına yapıştırdım. Artık amacım neyse... Belki sıcaklıktan hoşlandım belki de boyumu ölçmek istedim (O aralar boy ölçme takıntım vardı. Hala mı uzun boy takıntım vardır ya neyse.). Bilemiyorum, belki de sadece ahmak olduğum ya da denilene göre deli olduğum için aşırı keyif aldım ve bacağımı orda desen bacağıma çıkacak kadar tuttum. Valide sultan gelip 'Aay bacağına naptın sen deli' diyince yüzündeki acıyan ifadeyle anladım ki canım acıyor ve başladım salya sümük ağlamaya. Öyle böyle değil babam eve gelene kadar susmadım. Akşam babam eve gelince az biraz gönlümü alsın diye adamcağız bir gafletle " Ağlama kızım bak güzel olmuş bacağına desen çıkmış desenli çorapların gibi " dedi. İşte orda ben de bir ışıma oldu.

Çorap giymekten her kız az biraz nefret etmiştir küçüklüğünde. Özellikle de külotlu çorap giymekten... Çünkü bizler, anneleri tarafından külotlu çorap giydirilirken çorapla beraber havaya kaldırılmış ve zorla havada debelenip bale yapmayı öğrenmek zorunda kalmış bir kız nesliyiz. Ve bizler çorap olayından nefret ederiz. Ben de desenli çorapları severdim ama çorap giymeyi sevmezdim. O yüzden aklıma süper ötesi bir fikir gelmişti. Ertesi gün uyandığım gibi sobada diğer bacağımı da yakıp deseni çıkartırdım. "Baak kızın güzel oldu baba" diyerek bacağımı gösterdiğimde evdekiler şoka uğramıştı. Artık nedendi bu şaşkınlık bilmiyorum. Belki beni daha zeki sanıyolardı ama psikopat bişiy çıkmıştım. Herhalde bunun hayal kırıklığı vardı üzerlerinde. Ama napayım beynim garip çalışıyordu ve garip çıkarımlar yapıyordu. Suçlusu ben değildim ki beynimdi...

Hem neden şaşırıyolardı ki garip bir zevkim vardı tahmin etmeleri gerekiyordu. Mesela ben küçükken hep oje sürülmesini isterdim. Ama herkes gibi ojeyi sevdiğimden değil pamuğu sevdiğimden. Anlamadınız değil mi ? Durun izah edeyim. Bir Müge Ablam vardı, kendisi kuaförde çalışıyordu. Bildiğin süslülerden biri işte. En büyük zevki de birilerini süslemek tabi. Kısaca işkolik yani. Tabi el altındaki en güzel kobayda benim. Eve gitmeden hep bize uğrar. O gün yanında hangi oje varsa bana sürerdi. Herşeye itiraz eden kendi kıyafetimi bile kendim seçmeye çalışan ben ise o ne sürerse sürsün ses çıkartmazdım çünkü ojeleri ayaklarıma ya da parmaklarıma sürmeden önce karışmasın diye parmak aralarıma pamuk koyardı. Ve ben ojeden çok bu pamuk olayını severdim. Pamuk koymadan oje sürmeye çalışırsa ağlar olay çıkartırdım. Böyleydi işte zevklerim napayım. Hem herkes oje sever hadi bana pamuk sevenb biri daha bulun. Bulamazsınız işte oyüzden herkes penguenken ben ne yazıkki patik giyiyorum. (Daha da zorlarsam bir de deli gömleği giyicem sanırsam.)

Uzun lafın kısası garip zevkleri ve çıkarımları olan normal bir yaramazdım ben küçükken. Şimdi de yaramaz her çocuğa uzaylı gibi bakan garip bir ablayım işte. O değil de hani ben dövme istiyordum ya ama ne yaptırıcağımı bulamıyordum. Buldum işte onu! Eskileri yad etmek adına ' demirdöküm' yazdırıyorum. İyi bir dövmeci bilen??

25 Ağustos 2010

Matematik, Stres Ve Aşk Acısı

En büyük sevdam matematik oldu benim. Kendimi bildim bileli hep bir şeylere karşı yeteneğim var mı diye araştırıp durdum. Elime topu aldığımda öğrendim ki ne basketbolda ne voleybolda iyidim - Ve futbol bir kız için fazla erkeksi deniliyordu, izin yoktu! -. Dans etmeyi denedim ama ilk gösteride o kadar kız arasında en yeteneksiz benim olduğum ortaya çıktı - Folklorde iyidim ama folklor topluluk oyunuydu ve ben hiç birzaman 'en iyi' kelimesinin hakkını veremedim, elendim! -. Yazmayı denedim daha sonraları hikaye yazmayı beceremeyeceğimi anlayınca gözümü daha üstlere dikip şiir yazayım dedim. Sonuç mu tabi ki başarısızlık. Bir şeyler çalabilirim belki dedim ama içimden birşey çalmak gelmiyordu. Çünkü artık yeteneksiz olduğumu biliyordum. Her konuda yeteneksizdim; her kültür olayında, dostluklarda, ilişkilerde... Yapabildiğim en iyi şey matematik problemleriydi. Kendimi matematikte buluyordum. Herkese karmaşık gelse de çok kolaydı biliyordum tıpkı üşüdüğü için patik giyen penguendi işte... En iyi bildiğim şey matematikti ve en büyük sevdam.

Matematik herşeyin temelidir derler ki buna bir nebze inanıyorum da. Neredeyse herşey bir sarkaç sistemi gibi belli bir düzenle tekrar başladığı noktaya dönen basit formüllerden ibaret. Ama herşeyi formülleştirilemeyeceğini de düşünüyorum çünkü 'duygu' diye bir değişkene sahip insanoğlu. Ve ben hep duygunun ağır basacağına inandım. Kalıpları, kuralları yıkar sandım ama yanılmışım. 

Şimdilerde herşey formül ve belli dizilerle ifade edilebiliyor; aşkın ömrü 3 yıldır, romantizm 2 yıl 6 ay 25 gün sürer, birini tavlamanın altın kuralları, sevgiliniz mühendisse şunu yapın mimarsa bunu, bu burç insanı şuna aşık olur buna olmaz, bir insanı unutmak ve toparlanmak için 100 gün kafidir... Bunun gibi bir çok kuralla sınırlandırıldı duygularımız. Hiç bir ağırlıkları kalmadı hayatımız üzerinde. Herşeyi önceden bilmek ya da bilinenler doğrultusunda yaşamak neden bu kadar takıntı haline geldi ? Hayati önem taşıyan en ufak bir talimata uymakta zorlanan bir ülkenin vatandaşları olarak bizi sıradanlaştıran, tek düze yapan ve bizi biz yapmaktan alı koyan bu duygusuz kurallara uyma isteği niye ? Kırmızı ışıkta bekleyip yeşil ışıkta karşıdan karşıya geçmekte zorlanan biz ne zaman aşık olup ne zaman ayrılacağımızı bir dizi kurallar çerçevesinde yürütmekten neden haz alıyoruz ? Acımızın ne zaman dineceğini bilmek güven verdiğinden mi  yoksa acı çekmekten çok korktuğumuz için mi teslim oluyoruz kurallara, bilemiyorum. 

Aşkta, sevgide cesur olunmalı derdi büyüklerimiz yaptıklarıyla. Eski aşkların çoğu bir sürü zorlukla başa çıkmıştı ama biz daha sadık sevgili olmayı beceremezken zorluklarla başa çıkmak bize göre değildi. Cesurluk çağımıza uygun değildi ve cesurlar birer enayiydi. Acı çekmemek için fedakarlık yapmamalıydın. Bencillik hakimdi şimdiki sevgilere ve bencil olmayanlar terkederek bencilleştirmeliydi.Bu sığlık içerisinde yaşamaya mahkum aşklar ve sevgiler çırpındıklarıyla kaldılar. Ya ayak uyduruldu aşk'cıklara sevgi'ciklere ya da yitip gittiler. Ve birileri çıkıp "Durun!" dedi bu kaos ortamında; "Siz kendi başınıza sevemezsiniz. Ben en iyisi size ne zaman sevip ne zaman sevmeyeceğinizi ne kadar sürüp ne kadar sürmeyeceğini söyleyeyim. Panik yapmayın!"

Kimdiler, nereden geldiler, aşk üzerine ahkam kesme yetkisini onlara kim verdi işte tüm bu sorulara bir cevap yok. Hatta ne zaman bu kararı aldınız ve ben nerdeydim onu bile bilmiyorum. Ama birileri çıktı ve korkma dedi bana 100 gün sürer en fazla acın sonra geçecek. Kim ölçmüştü yüreğimdeki sevginin ağırlığını ? Ölçülebilir miydi ki bu meret ?! Kim saymıştı birileri acı çekerken bu günleri ? Ve en önemlisi herkes aynı tepkiyi mi veriyordu kapının önüne konulunca ? Oysa daha hissettiklerimizi bile aynı cümlelerle kuramazken gözyaşlarımızın tadının aynı olduğunu nasıl bilebilirdik...

Lakin birileri çıkıp hesaplamıştı. Nasıl başardılar bilemem ama 100 gün diyolardı. 100 gün otur ağla zırla ama 100 günün sonunda ondan hiç bir iz kalmayacak geriye diye garanti veriyorlardı. Her gün gördüğün ama konuşmadığın karşı apartmandaki komşun iki gün cama çıkmasa 'acaba nerde bu hanım' dedirtecek kadar iz bırakırken onca zamanı severek geçirdiğin 'sevgilim' dediğin insan mı iz bırakmadan kaybolup gidecek hayatından ?! Nasıl her hücrene sinmiş anıların hayalini temizleyecek 100 gün ? Hem de öyle ki hiç yaşanmamış gibi... Palavra !!! 


Ben ki matematikçiyim, herşeyi birer formül olarak görmek bana ayrı keyif veriyor. Ve yapabildiğim en iyi işte bu ama 100 gün ya bir insanın gölgesini silmek için biçilen gün sayısı... 100 gün sonra belki acıların diner ya da rutinleştiğinden bu acılar, ruhun uyuşur hissetmezsin ama birinin de gölgesini silemezsin. Senle kalıcak, kabullen artık! Sevdin onu! Unutmak için değil; sevmek için, bir gelecek oluşturmak için sevdin. Şimdi hiç bir şey olmamış gibi onu hiç sevmemişin gibi silemezsin ki.

Ben buna inanıyordum en azından ama ben acıma 100 gün biçenlere 'palavra' derken onlar bana diyordu bu düşüncem yüzünden. Çünkü benim gözardı ettiğim bir bilinmeyeni daha vardı bu denklemin; 'Sevme, sevil ' gerçeği... İnsanlar artık sevmekten daha çok sevilmekten yanaydı. Sevilebileceğini düşündüğü insanlara sokulup gözlerinin içine baka baka 'seni seviyorum' yalanını söyleyip sevilmeyi bekliyolardı. Yalanlar su üzerine çıkınca da dört nala uzaklaşıyordu herkes ve 100gün kabukta geçen bekleyişten sonra hiç bir şey olmamış gibi yeni avlara çıkıyolardı. Biri söylenen yalanlara kılıf uydurmuştu işte ve biz de yeniden sevmeden önce yas tutmak için - ki bu yas tutma merasimi de çevreye 'ya bak aslında sevmiştim ama yürümedi be olmadı' diyebilme gösterişinden öteye geçmez - özgürlüğe gün sayar gibi bekliyorduk günleri. 

Yanılmıştım! Hala bencil olmadığım için ve hala aşka inandığım için yanılmıştım. Ama en çok da karşımdaki insanlara değer verip sözlerini güvenilir bulduğum için yanılmıştım. Kimse kimseyi sevemiyordu tam anlamıyla, söylenen onca sevgi sözcüğü birer abartıydı. Gerçeklikten çok uzaktı. Kimse kimseye güvenemiyordu tam anlamıyla heran her şey bitecek gibi geliyordu. İşte bu yüzden aşkın ömrüne 3 yıl derken biz anca 3 ay yaşayabiliyorduk. 3 ay da seviyor 3 ay da unutuyorduk ve unutunca 3 ay daha sevebilmek için bir başkasını arıyorduk. Böylece 'duygu' bile formülüze edilebiliyordu. 

"Ve ben bunca gün boşuna stres yapmışım öyle mi a..." diye küfredesim var. Niye bu kadar kolay olduğunu bu denli iyi anlatmadınız bana ? Neden 100 günlüğüne beni uyutmadınız ? Ben hiç bitmeyecek bu rüyalar, hiç çıkmayacak aklımdan diye ağlanırken neden 100 gün sonra unutucağımı ya da unutulacağımı bana tane tane anlatmadınız ? İnanmayacağım diye değil mi ?! Evet, hala inanmıyorum. Daha doğrusu inanamıyorum ama hayat bu 100 günde olmasada 109 günde şaşırttı beni.

"Sen daha inanma" dedi ve eve 109 günlük değerimi faturasıyla yolladı. Geriye ne mi kaldı; Matematik, stres ve aşk acısı...

16 Ağustos 2010

Unutulmaz Stajım...

Geçen hafta çalışarak kazandığım ilk paramı aldım. Aslında ilk sayılmaz. Birbirinden alakasız bir çok iş yaparak para kazanmışlığım var ama kendi işimi - en azından yapmak istediğim iş şimdilik- yaparak kazandığım ilk paraydı. Garip bir duygu. Öğrencilik hayatı elbette ki en güzel hayat. Ekmek elden su gölden daha ne olsun ama çalışmak kendimi biraz daha özgür hissettirdi bana. Eve döndüğümde hala 'ay ben para mı kazandım şimdi' şaşkınlığı vardı üzerimde. Biraz da bir burukluk. Herhalde stajın bittiğini daha yeni idrak ettiğimdendir. O nasıl güzel bir stajdı öyle ya ( :) ).

Bu yaz bir staj yapayım istedim. Bankacılığı da bir göreyim, eğer akademik kariyer yapma şansını elde edemezsem banka sektörüne kaymak mantıklı mı bir bakayım dedim. Bu yüzden de nisan ayı gelince Finansbank'a başvurdum. Önce sınava girmeye hak kazandınız maili geldi. Gidip sınava girdim. Sınav benim gerizekalı olup olmadığımı ölçtü resmen. O kadar zeka sorusu bana bu izlenimi de vermiş olabilir. Aslında harbiden bankacı olunur mu onu gösteriyordur sınav ama ben sınavdan çıkınca 'ay resmen aptalım' dediydim. Sınav 50 soru 50 dk gibi bir şeydi yanlış hatırlamıyorsam. Ve ben yetiştiremediğimden geri döneceklerinden pek ümitli değildim. Lakin beni şaşırtılar. Hafızam beni yanıltmıyorsa Melek, Can ve Emrah'la hayatımda oynadığım en eğlenceli okeyinden önce yediğimiz yemek sırasında aramışlardı. Telefondaki bayan -sonradan onun Aynur olduğunu öğrendim - saat 9'da İkitelli şubesine çağırıyordu iş görüşmesine. Uygun muydu ? Evet dedim ama ikitelli şubesi neredeydi ve ben oraya nasıl gidecektim en ufak fikrim yoktu. Ama Allahtan Melek yine hızır gibi yanımdaydı ve adının hakkını vererek yolu tarif etmekle kalmadı, nasıl gidiceğimizi bulup benimle bile geldi. 


Sabah 9'da oradaydım Melek'le beraber. Şube müdürü Ethem Bey içeride beni epey bilgilendirdi. Konuşmayı seven bir adama banka olayını da çok bilmiyorum derseniz o da size bankanın adının nerden geldiğinden başlar ve günümüze gelene kadar bir saatinizi yer. Böyle konuştuğuma bakmayın o konuşma olmasaydı niçin hala orada staj yapacağımı tam anlayabilmiş olmazdım. İlk kötü haber stajı o şubede yapacak olmamdı. Ben evime daha yakın olur diye seviniyordum ama beni 3 araçla gidebileceğim bir dağ başına vermişlerdi - iyi ki de vermişler- . Nasıl gidip geliceğim konusunda epey kaygılıydım ama en çok da neden beni bir ticari şubeye verdiklerini sorguluyordum. Bireysel de staj yapsam daha iyi gibi geliyordu. Neyse lafı fazla uzatmayayım. Önce ağustos ayı için anlaşmıştım ama yaz okulu falan vardı arayıp haziran ayına aldırıp aldıramayacağımı sordum. Kabul edildi ve ben de gidip sözleşmeyi imzaladım hatta o gün sınavım vardı ve giremedim. O da epey maceralı bir olayım ama başka zaman anlatırım artık. 


15 Haziran geldi ve ben staja başladım. İlk günün verdiği telaşla sabahın köründen şubedeydim. Daha kimse gelmemişti ve 9 olana kadar da gelen olmadı. İlk Alper bey geldi. Kendisinin fizik mezunu olduğunu duyunca nedense garip bir rahatlama hissettim. Ardından diğerleri de yavaş yavaş döküldü. Ethem Bey geldiğinde yine beni odasına alıp 2 saate yakın bir konuşma yaptı. Konuşma bitince beni Aynur'un yanına gönderdi artık onun emrindeydim. Bana sorduğum her soruya yanıt verecek olan bir ekibin olduğunu belirtmişti Ethem Bey ama ben yine de içten içe fotokobi çek onu bunu götür getirin dışında bişiy yapamayacağım kaygısındaydım. Sıradan bir banka ve sıradan bankacılar topluluğu arasında sıkıcı bir staj diyordum. Ama çok feci yanılıyordum. Daha ilk dakikadan argo konuşmaları, Fenerbahçe fanatikliğiyle faklı bankacılar ve müşterileriyle farklı bir bankaydı. 

Soldan sağa: Uğur,İzzet Bey, Serpil Hanım,Hava Abla, Aynur, Semra Abla, Demet Hanım, Ethem Bey,Ben, Mihael, Güvenlikçi, Bülent Bey, Hasan Abi, Alper


Stajım boyunca evet fotokobi de çektim getir götür de yaptım ama sadece bunlardan ibaret kalmadı. Kime ne sorduysam anlattı. Hatta sormasam bile gel şunu da öğren pengu dediler. Belki beni bankacılıktan vazgeçirtmek için çok uğraştılar ama bir yandan da yaparsın diye gazı da verdiler. Bankacılık hakkında sıfır bilgiyle girdim o kapıdan ve çıktığımda ise ahkam keser moddaydım. İyi ki ticari şube iyi ki onlarla diyorum. Çok özledim o bir ayımı ve hiç unutmayacağım için de çok özleyeceğim. 


Nasıl unutabilirim ama ya ? Bülent Beyle Mihael'in o unutulmaz karnıma ağrılar giren konuşmalarını, Mihael'in Cemile Hanımla atışmasını, Cemile türkülerini, Mihael'e yapılan asker şakalarını,Alper'in matematikçi olduğum için beni kayırmasını ve hatta sınavımın olduğu gün kendi işini bırakıp benim anlamadığım yeri bana anlatmasını, Aynur'un beni bir stajerden öte görüp sahiplenmesini, onunla olan dedikodularımızı, Demet Hanım'ın engin bankacılığını ve dönem sonundaki azmini, İzzet Beyin 'yeter ama ya' taklitlerini, Operasyonla Pazarlamacı atışmalarını, Hava Ablanın yemeklerini, Semra Ablayla yaptıgım sigara tartışmalarını, Ethem Bey'in tuvalet seanslarını, Bülent Bey'in borsasını, Fenerbahçe fanatikliğini, dünya kupası iddialarımızı tüm bunların yanında o müşterileri bir de; Kenan Abinin bir bankacı gibi gelip her gün Mihael'in masasını paylaşması, alemin kralı Hasan Abinin o kendine has mizahı, Metin Abinin telefondaki o heyecanlı sesi ve ' Penguuu maykılı ver maykılı maykıl yok mu penguuuu' diye bağırışlarını, Eren Abiyle kasa muhabbetlerimizi, Ali Abinin şen kahkahalarını, Hoyt'un beni korkutmasını nasıl unutabilirim. Stajdan geriye kalan o yolun bana verdiği yorgunluk değil sadece hatırladıkça güldüğüm anılar. Hayatım boyunca yapabileceğim en iyi stajı yaptım. Bu yüzden de hepsine teşekkür ederim. Hele bir de bana hazırladıkları o veda partisini de unutamıyacağım. Pasta kesip hediye almaları beni aileden biri gibi hissettirdi. İyi ki İkitelli Şubesinde sizlerle yapmışım stajımı , iyi ki varsınız....


Artık Aynur'un terfisinde, Mihael'in asker dönüşünde(Kısa dönemmiş hayırlı olsun), Alper'in düğününde, Semra Abla'nın doğumunda görüşürüz. Kalbimdesin Finansbank İkitelli....

Bir Kapak Bir Adım

 "Allah'ım bu nasıl bir yazdır!" diye yakınmaktayım uzun bir zamandır. Sıcaklık, nem derken yana yana kavruluyoruz. Sonuç mu ? Tüketmediğim kadarıyla su tüketiyorum, özellikle de dışarıdayken. Bir sürü pet şişe var ortaya atılan. Ve biz bu pet şişelerin kapaklarından faydalanabiliriz biliyor musunuz?! 

Ataşehir Belediyesinin başlattığı  "Ataşehir tane tane kapak topluyor adım adım engelleri aşıyor" kampanyasını duymuşunuzdur belki. Kampanya kapsamında kapak topluyorsunuz. Her türlü kapak olabilir tek özellik plastik olması. Yani pet şişe, meşrubat, süt, dedorant, damacana... aklınıza gelebilecek her türlü boy ve renkte plastik kapak. Belediye 250 kg plastik kapağa bir tekerlikli sandalye veriyor. Rakam sizi korkutmasın. Duyurabildiğiniz herkese kampanyayı anlatırsanız damlaya damlaya göl olur. Facebook grubunu incelerseniz -burdan- göl olma yolunda epey yol alındığını da görürsünüz. 

Ben de kampanyayı arkadaşım Melek'ten duydum. Kampanya 30 Eylüle kadar devam edicekmiş. Biz toparlamaya başladık. Hatta bir iki gün sonraya eldivenleri elimize geçirip ailecek eyüp sultana gidicez yerlere atılan kapakları toparlamaya. Sonra da ramazanın kutlandığı yerlere doğru ufak ziyaretler yapacağım. Buradan ya da Twitter adresimden belirtirim. Belki aranızda katılmak isteyen olabilir. Ben elimden geldiğince kapak toparlamaya çalışıcam. Peki siz ? Yardım etmek istemez misiniz? O zaman hep beraber kapak avına .....

Yıldıztog'a Gönlümüzü Verdik Biz :)

Toplum Gönüllülerini duymuşunuzdur. Ben de yaklaşık olarak üç sene ama aktif olarak bir senedir yıldız örgütlenmesinde gönüllülük yapıyorum. "Hey ne diyor bu kız şimdi ?" diyebilirsiniz. Öncelikle şunu sorayım ozaman Yıldıztog'u duyan var mı aranızda ? 


İşte bir grup toplum gönüllüsü olarak bazı projeler yürütyoruz, farkındalık yaratmaya çalışıyoruz. Bunları yaparken sesimizi duyurmak istedik ve siz Yıldıztogu daha iyi tanıyın diye bir blog açtık. Projelerden, gönüllülük yaparken yaşadıklarımızdan bahsedeceğiz. Blogun linki aşağıda. Ne diyelim aramıza hoşgeldin :) 


Burdan YILDIZTOG 'un dünyasına girebilirsiniz :):)
8 Ağustos 2010

Büyüyünce Ne olucan Söyle Teyzelere Kuzum ?

Evlilik muhabbetini yapmışken tam gaz devam edeyim bu konuya dedim. Paniğe gerek yok evlenmeyi düşünmüyorum. Bilen bilir zaten beni pek evlenme muhabbetini sevmem. Hayatım boyunca böyle gaza gelip tek bir sefer yapmışımdır bu muhabbeti. Ki şimdi yapmaz olaydım diyorum ya neyse. O da öyle böyle değil, harbi gaza gelmiştim. Ceyizime tabak bardak takımları mı almadım, çocuk gördüğüm yerden kaçan ben aay bebek mi yapsam diye mi düşünmedim. Allah'tan verilmiş sadakam varmış, rüyadan erken uyandım. Neyse konumuz ben ve evlilik düşmanlığım değil çok şükür.


Evlenmek, özellikle de ülkemizde kız çocuklarının büyününce yapmak istedikleri en büyük hayallerden biri. Oynadığımız evcilik oyunlarının yüzünden mi bilemiyorum ama büyünce nolucaksın sorsuna evlenicem diyen kızların sayısı ne yazık ki fazla. Oysa gönül ben gibi astronot olmak isteyen kızlarla dolup taşsın istiyor. Hala neden böyle dediğimi ben de bilmiyorum. Ortaokula kadar astronot olmak istedim, ortaokuldan sonra matematikçi olmaya karar verdim. Matematikçi olduğumu göz önüne alırsak iyi mi ettim kötü mü ettim hayal kurarak kestiremiyorum şimdi. Ben böyle deli işleriyle uğraşırken küçüklüğünde büyüyünce ben anne olucam yok evlenicem diyen hatun arkadaşlarım bu yolda önemli adımlar atmıştı bile. 


Bir kızın en büyük hobisi herhalde düğününü planlamak olsa gerek. Gelinliğim böyle olucak ya, işte ona giden çiçek canlı olursa bu cansız olursa bu tarz olmalı diye en ince ayrıntısına kadar hesap kitap yaparken bir matematikçiyi aratmayan hatunlara ayak uydurmak için ben de bir süre 'Kır düğünü istiyorum.' diye ortada gezindim. Şimdi bakıyorum da şu saçma programlara (Aha yakalandık. İzlediğim ortaya çıktı iyi mi! Şey kem küm yani :p) kır düğünü çok sade kaldı be.  Millet çoşmuş; buz dağı düğünleri, stat düğünleri yok fasıl düğünü falan filan... Devir böyle hızlı değişirken benim bildiğim düğünler tarih olmaya başladı bile. Düğünlerden pek haz etmiyor olsamda bizim buranın sokak düğünlerini severdim. Göçmenlerin yüzde doksanının yaşadığı bir yer olarak sokakların balkan ezgileriyle çoşmasını sevmeyeni daha görmedim zaten. 



Gürültü kirililiği falan derken gece ikilere üçlere kadar süren düğünlerimizi önce on ikide kesmeye başladılar sonra da tümden yasakladılar. Şimdi salonlara tıkılmaya başladık. Bulgaristan göçmenlerinin yöresel düğünlerine gidenler bilir hiç bir salon asla göçmenlere göre büyük  değildir. Çünkü yayılmacı millet gibi yayıla yayıla oynayan göçmenler göbek atarken bile maksimum alan kullanırlar. İşte bu zorluklar içerisinde düğünlerimizi hep aynı yerlerde yapar olduk biz de; Yurdakul Düğün Sarayı ...


Yurdakul düğün sarayının akşam ki konukları da çok tanıdık bir simaydı. Teleşli apartmanın ikinci kat -eski- sakinlerinden Sevil Teyzemin oğlu evlendi. Uzun süre aynı yerde yaşamanın getirdiği bir olgu olarak eğer seviyorsanız da birbirinizi, aile gibi oluyorsunuz. Sevil teyzemler de ailemizin bir parçasıydı bu sebeple. Ve ben sadece aile düğünlerine katılan biri olarak en azından bir saatliğine kalırım düşüncesiyle akşam Kadir Abinin düğüne gittim. 


Düğünden notlar vermem gerekirse kız arkadaşlarımın % 90 nı evlenmişken bunların %40 da çocuk sahibi olmuş bile. Kilo aldığım tüm düğün cemati olarak onaylandıktan sonra sıranın ne zaman bana geleceği tartışılırken ben ise evde kaldığımın resmileşmesini kutluyordum. O değil de Kadir Abi hani beni alıcaktın ulan ?! Evde kaldım iyi mi ;) 



Bu da benden çifte gitsin ;
7 Ağustos 2010

Durun Bu Nikah Kıyılamaz Dedi Yumurtacı

Blogu açtığım zaman çocukluğumla ilgili bir şeyler yazarım, neden anormal olduğumu basına açıklar tüm soru işaretlerini ortadan kaldırırım diyordum. Ama herzaman insanın hayal ettiği gibi olmuyormuş. Bir kez daha anlamam için yine bir örnek gönderildi yukarıdan.Şimdi bakıyorumda çocukluk yaramazlıkları yerine dir'lerle dolmuş blog. Ama pes mi ediceğim ? Kim görmüş benim pes ettiğimi? Kutuplarda üşündüğüm için patik giydim ama hala penguenim değil mi ? Asla pes etmem !!! Bu gereksiz girişgahın ardından iyicene çocukluğuma inmeden önce ucu yine çocukluğuma dayanan ama yeni yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum. 
"Sahiplenme" garip bir duygu kanımca. Abartılmadığı sürece birinin seni sahiplenmesi yani bir nevi seni sevdiğini göstermesi güzel bir şey. En azından ben seviyorum. Kimine göre bu duygu özgürlüğe karşı ama ben öyle düşünmüyorum. Ailem, yakın arkadaşlarım ve sevgilim tarafından sahiplenmek benim özgürlüğümü kısıtlamaz ki - ve bunun aksini hiç bir zaman düşünmeyeceğim. Yalnız pazar esnafı tarafından sahiplenmek benim için bile tuhaf ! 

Kendimi bildim bileli yani tam olarak 22 senedir gaziosmanpaşa pazariçinde oturuyorum. Hayatım boyunca tek bir taşınma yaşadım. O da o kadar uzaktı ki, evimizin hemen karşı kaldırımıydı. Muhtarımız bile değişmedi taşınmada. O derece gariban bir taşınma oldu ya da yok olmadı. Sağolsun annem karşıdan karşıya taşınmak için bile nakliye aracı tutmuştu. Ama bu absürd olayı bir başka zaman anlatırım. Şimdilik konumuzun bununla alakası yok. Kısacası hep aynı yerde oturduğumuzdan bunca zamandır mahalleye kendimi tanıtmak zor olmadı. Ve vefakar annem hep belli yerlerden alışveriş yaptığından esnaf benim kundaklık halimi bile bilir. Yani uzun lafın kısası esnafla aramda özel hayat diye bir şey yok! Çok mağdurum çok ...

Uzun bir aradan  sonra geçenlerde pazara gittim annemle. Şaşırtıcı bir ilgi vardı. "Aaaa kocaman kız olmuşsun!" Ne yani herkes büyürken ben hala ortaokul sıralarında mı kalıcaktım ? Öyle bir şansım var mıydı ki ? Niye kimse söylemedi ulan ?! " Hayırsız, hiç uğramıyorsun artık! " Şey, pazara uğramaktan daha önemli işlerim vardı desem ayıp mı olur ? Hem uğrasaydım napıcaktık; ' Selam Mehmet Amca geçerken bir uğrayayım dedim. Nasılsın?' diye sorduğumda muhtemel cevabın ' Ooo karakız iyiyim geç otur şu sandığa bir çay ısmarlayayım sana. Sonra pazar ekonomisinden konuşuruz' olucaktı herhalde ! (Tamam kabul ediyorum pazar ekonomisi biraz ağır bir benzetme ama kabul edelim ne konuşucaz ?) Ama ilginin en büyük sorusu tabi ki de bunlar değildi. Asıl soru ; " Yok mu kız manitan? Annenden babandan çekinirsen bize de, biz de büyüğün sayılırız." Yok artık! Manita ne ya ? Allahım bir sürü ebeveyinim olmak isteyen adam var. Bir gün bizimkilere eser boşanırlarsa mahkeme salonunu düşünemiyorum. Velayetimi almak için bakkalından pazardaki meyvecesine kadar hepsi gelicek herhalde. Beni bu denli sahiplenmeleri korkutmuyor değil hani !

Pazara neden çıkmadığımı anlamaya başlarken annem yumurta almak için her zamanki yerde durdu. Ve klasik beni görünce şaşırma efektiyle başlayan muhabbet tekrar çevrilmeye başlandı. Ama sonu umduğum gibi bitmedi;
Yumurtacı: " Eeee koca kız oldun  evlenirsin yakında. Bak ölümü gör beni düğününe çağırmazsan."
Pengu: " Düğünüme ? Çağırmak ?"
Yumurtacı: " Herhalde karakızım. Sen bizim elimizde büyüdün sayılır. Gelip bir pastanı yiyip takımızı takıcaz herhalde."

Tabi ben o an içimden düğünümü hayal ediyordum. Takı töreni için kocamla ayakta bekliyoruz. Eline mikrofonu almış Adnan Dayım (Büyük ihtimal yine o yapar bu işi. Mehmet Ali'nin yandan yemişlisi. Seviyor şebekliği, durduramıyoruz.) sesleniyor; " Kızın teyzesinden bilmem neeee Koca bir alkış! Kızın yumurtacısından bilmem neeeee" Hayıııııııır ! Olamaz ya, bu bir şaka olmalı. Öyle değil mi ? Ama yok yumurtacının ifade ciddi. İsteksiz bir kafa sallama ve elbette demeler. 


Sanırsam evlenmeyeceğim. Anne, sana burdan sesleniyorum; ' Eğer evde kalmış bir kız kurusu olursam. Bunun sebebi koca bulamıyacak kadar öküz olmam değildir. Koca bulup düğünümde rezil olmak istemememdir. Yani bir tercih meselesi. Ve tüm suçlu yumurtacı Halil'dir. Hıh! '

Şimdi söyleyin bana, ben niye deliyim ?






 

Dikkat Kuzey Kutbu

İzleyiciler

Etiketler

14 şubat (1) 23 Nisan (1) 25 yaş (3) 29 Temmuz (1) 41AT (1) 5 Kasım (1) 500ES (1) 90's (1) adap (1) amiral battı (1) analiz (3) anlamak (1) Arzu (3) aşk (7) aynı (1) ayrılık (2) ayrımcılık (1) bachata (1) banka (1) başkent (1) beğenmek (1) beyaz (1) bilmece (1) bir sevgi istiyorum (1) bovling (1) Bülent Ortaçgil (3) Cahit Arf (1) ceviz cafe (1) Cihan Demirci (1) çay (1) Çingene Kızı (1) çizgi film (1) çocukluk (8) çorap (1) dans (1) Davutpaşa (1) değişim (1) deli gömleği ütü istemez (1) demirdöküm (1) Devekuşu Kabare (1) dilek (1) Dilime Dolandı (2) DİR (20) Disko Kralı (1) doğum (1) doğumgünü (2) Don Kişot (1) dost (4) dövme (1) düğün (1) dün akşam (1) eller (1) emek sineması (2) Emel Sayın (1) engelli (1) ergenlik (1) Erhan (1) esas kız (1) Eskişehir (1) evlilik (3) Eylül Akşamı (2) Fenerbahçe (1) festival (4) fikir (1) film (6) filmekimi (2) Finansbank (1) Freddy Krueger (1) futbol (1) gala (2) GAMYAD (1) ganyan (1) Gaziantep (1) Gaziantep Kalesi (1) gemi (1) gezi (2) göçmen (1) guiness (1) gülümseme (1) güncelleme (1) günlük (2) haber (1) hakkında (1) Hakkında Değil Kendisiyle Konuş (1) hayatım (4) Haydarpaşa (1) Hayvanat Bahçesi (1) hesap (1) hoşgeldin (2) huzur (1) IKEA (1) İkitelli (1) istanbul (1) istemek (1) (1) iş hayatı (1) İzmir (2) kaçmak (1) kader (1) Kahramanlar Müzesi (1) kahve (2) kampanya (1) kan (1) kan kanseri (1) kapak (1) kapı (1) kaybetmek (1) kedi (1) kırgınlık (1) kısa kısa (2) kitap (1) klip (2) koltuk (1) konser (1) korku (2) korku filmi (1) kuaför (1) kurbağa (1) kutlama (1) kuzen (1) kültür (1) leylek (1) madde (3) Mars Heykeli (1) masal (1) matematik (5) melez (1) mezun (1) mezuniyet (1) mim (1) minibüs (1) nar (1) nargile (1) nil (1) Okan Bayülgen (1) oryantasyon (1) Oya-Bora (1) oyuncak (1) önyargı (1) örtü (1) özlem (1) pasta (1) patikli penguen (1) pazar (1) pi (1) platonik (1) poster (1) saçma (1) sansür (1) sarı kağıt (1) savaş (1) Secret Cv (1) sevgi (2) siyah (1) soba (1) soğan (1) sorgulama (1) staj (1) stres (1) süpermen (2) şarkı (6) şataraban (1) şerefsiz (1) şımarıklık (2) şiir (3) Şirinler (1) şizofren (1) takım (1) Taksim (1) tango (1) tanımak (2) tanıtım (3) tanrı (1) taslak (1) taşlıtarla (1) teleşli apt (1) terlemek (1) tesadüf (1) tesbih (1) trombosit (1) unutmak (1) V for Vendetta (1) yabancı (1) yağmur (1) yangın (1) yapma (1) yardım (1) yasak (1) yaşayan kütüphane (2) yemek (1) Yeni türkü (1) yeni yıl (1) yeşilçam (2) Yıldız Teknik (6) Yıldıztog (4) yıldönümü (1) yolculuk (1) yumak (1) yumurta (2) yüksek lisans (1) Zeki Müren (1) Zeugma Müzesi (1)

Sobe!

Takvim İnsanları