10 Haziran 2012

Taşlıtarla Minibüsü Mü Abi ?

"Karşımda zülüflü merkep cilvesi yapacağına sayıyla kendine gel bana hanfendi de! Yoksa bir kafa korum suratının ortasına taşlı tarla otobüsüne dönersin!" diye bahsediyordu Çengi Naciye ("Kadın değil baş belası"- 1968), şu eskilerin böbrek taşı dökmek ve erken doğum yapmak isteyenler için önerdiği taşlı tarla minibüslerinden.

Ünü filmlere, kitaplara konu olmuş, hakkında deyimler oluşturulmuş kendi markasını yaratan başka bir minibüs biliyor musunuz? Hatta siz taşlı tarla minibüslerini ne kadar biliyorsunuz? Hemen biliyorum diye atlamayın. O sizin bildiğiniz anadolu yakası minibüslerine benzemez. Hele taksim hattındaki Ford Transitlerle hiç karşılaştırmayın. Avrupa yakasının bıçkın minibüslerinin abisi sayılır o. Askerlik sistemi gibi işte; kendisi dede, diğerleri poşet yanında daha. 

Küçüklüğümden beri yolculuk ettiğim taşlı tarla minibüslerinden bahsetmemek kendime yapacağım büyük bir ayıp olurdu. O halde hadi durağa gidiyoruz. Size minibüs kültüründen ve taşlı tarla minibüslerinden bahsedeceğim güzel bir minibüs yolculuğuna çıkıyoruz... 



Minibüs diyince magiruslar gelir akla hemen- ya da bilebileceğiniz gibi otokarlar. Peki vakt-i zamanında daha az benzin yakan minibüslerin ortaya çıktığını biliyor musunuz ? "Balta burun" denilen taşlı tarla markalı 'Reno'lar. Hangi semtin kendine öz minibüs olur yahu demeyin bizim vardı. Makaslama sistemi kolaylaşsın diye ustalar tarafından el atılan minibüslerin burnu kalktığından ve baltaya benzediğinden bu isim verilmiş ve 1970'lerde bu minibüsler taşlı tarla minibüsleri olarak bilinmiştir. Daha sonra herkesin muhakkak bir yerlerde gördüğü magiruslar geldi -sarı olanları. Bir magirusun geldiğini sesinden anlardınız. "Baaaarrr baaarrr" diye ses çıkartırdı kalkarken ve dururken. Şimdi son moda otokarlar uzay mekiği gibi ses mes kalmadı. 



14 kişi oturma kapasitesine sahip olan bu minibüsler ayakta Allah ne verdiyse hesabı çalışır. Genelde el edip minibüsü durdurduğunuzdan açılan kapıdan bir sürü popo gözükür demek isterdim ama o kapı kapanmaz bile. Spiderman misali kapı direklerine asılmış insanlar vardır o minibüslerin yoğun saatlerinde. Eğer şanslıysanız, ilk duraktan biniyorsanız ve minibüsün ölü saatine denk geldiyseniz rahatlıkla binip oturabilirsiniz. Hadi hadi ne duruyorsunuz binin. Ben en çok ön koltukta oturmayı severim hani şoför yanı, manita koltuğu diye adlandırılan. Bir çok yeşilçam filmine böyle yansımış olsa da aslında orası muavin koltuğudur.Tey tey.. Bir çoğunuz muavinleri bilmezsiniz belki, kalmadı çünkü. Eskiden muavinlik diye bir şey vardı. Arabadan sarkarak bağırırdı nereye gideceğini. Kalabalıksa araç oturmaz, spiderman görevini o üstlenirdi. İyi bir matematikçiydi. Kim para vermedi, kim verdi bilirken tüm paraları toplar sonra para üstlerini kimden ne kadar aldığını unutmadan geri dağıtırdı. Kardeşimin 5 yaşında en çok yapmayı sevdiği şey minibüs nereye giderse gitsin camdan "pazariçi pazariçiiii" diye bağırmaktı. Küçük muavin olarak bilir eskiler onu :). Minibüs şoförlerine "kaptan" demek bu işin kültürüdür ve eskiden kaptanlar muavinlikten gelirdi. Çekirdekten yetiştirme misali. Muavinler 18'den küçük işe alınır. Önce para hesabı öğrenir, yolları öğrenir. Sonra ufaktan minibüs durağında minibüsü kaldırmayı park etmeyi öğrenir. Ehliyeti alınca az daha çalışır sonra kendine bir hatta iş bulurdu. Şimdi ise muavin diye bir kavram kalmadı. Her neyse... Siz oturmuştunuz değil mi ? Hadi minibüsü anlatalım biraz. 


Şöyle bir içeriye göz attığınızda dikkatinizi çekecek bir sürü şey vardır. Minibüslerin ön tarafında ortada motorları vardır. Motor üstüne muhakkak havlu konulur. Nadir de olsa koyun postu da olabilir bu (Bknz: Minibüs içerisinde fantezi yapmak). Bunların üstünde de para kutuları vardır. Bu kutuların arkada büyük kapalı bir gözü onun önünde de açık dört küçük gözü bulunur. Açık gözlere bozuk paralar arka kapalı göze de kağıt paralar konur. Minibüs adabı bozuk para verilmesi beklenir. Bütün para, hele de sabah seferlerinde küfürle karşılanılır. Minibüs kalabalıksa buraya muhakkak bir çocuk yoksa bir abi/amca oturtulup kucağına bu kutu verilir. Motorun hemen oradaki vitesin topuzu bilardo topu şeklindedir genelde. Eski magiruslarda bu vites kolu geridedir. Bu yüzden eski kaptanların sağ kol geride ve kaslıdır. Kol evrimini bu şekilde tamamlamıştır. Bu viteslerin çoğunda sarılmış tespih bulunur. Bu tespihler beyaz kum boncuklardan işleme şeklindedir. Hani şu hapishane kuşu işlemeleri gibi... Bu tespihlerin büyük boyları da dikiz aynasına takılır. Dikiz aynasına takılan süsler minibüs minibüs değişiklik gösterir ama çoğunluğun uyduğu stiller vardır ki bu da 'biz babadan böyle gördük' kaptancılarının terbiyesinden ileri gelir. Bunlardan bazıları ; oyulmuş bir koç boynuzunun içine yerleştirilmiş iki adet yapma kırmızı gül (Bknz: Minibüs içerisinde fantezi yapmak devam ediyor vol1), karınca duası, ufak fan, fanatik kaptanların tuttuğu takımının bayrağı... Dikiz aynasının dışında bir sürü irili ufaklı ayna, ön cama ve köşelerine monte edilmiştir. Amaç, minibüs içi yolcuları kesmektir. Her ne kadar son zamanlarda "Hırsızlıktan mesul değiliz" tarzı yazılarda olsa minibüslerde kaptanlar hala mangal yürekli delikanlılardır ve her şoför koltuğunun altında pırıl pırıl bir levye yatmaktadır. Bu aynaları ben çok severdim küçükken. Hatta ufak bir koleksiyonum bile var. 3-4 yaşları arasında her minibüs yolculuğumda saldırdığım her aynayı kendime zoraki hediye ettirerek ulaştım bu koleksiyona. Bana kıyamazdı kaptan bey amcalarım :) Bunların dışında araçların önünde ufak eski model arabaların monteleri meşhurdur ki, beni benden almaktadır o cadillac'lar. Ön cam kenarı yapma sarmaşıklar vardır bir de. Kaptanın ormantik kişiliğini ortaya koyar bu süsler. Yine ön tarafta bir sürü ülke bayrağı çıkartması vardır, hepimiz kardeşiz hesabı ama sorsan sayamazlar o ayrı.  Minibüsün içinden bakınca en sağda, dışından tam karşıdan bakınca da en solda aracın nereye gittiğini gösteren levhalar vardır. Bu levhalar iki taraflıdır. Çünkü taşlıdan bir Aksaray' a hat vardır bir de Topkapı' ya. Bir yüzünde aksaray yazar diğerinde de topkapı. Üstte bozuk bir saat vardır. Doğru vakti gösteren saati kullanan, minibüsçü olamaz diye bir kural olduğundan korkuyorum. Saatin oraya sıkıştırılmış bir tarife levhası vardır. En düşük tutar 'indi-bindi'dir. Anlam veremediğim önce binmek sonra inmek gerekir ama kaptanlar olaya inmek için binmek gözüyle baktığından indi bindi derler. Yolcu kapısını açan düğme bilardo topu şeklindeki vitesler gibi devşirmedir. Ben kalplisini de gördüm o yüzden daha yorum yapmak istemiyorum ama genelde nazar boncuğu ve 1 TL şeklindedir. O kalp neydi hacı diye isyan edesim geldi yine. 

Yolcu kapısı dışında açılan başka kapı yoktur. Yan kapılar iptaldir. Özellikle de muavin tarafı. İnen olmasın diye kapı kolu çıkartılır. Hatta o tarafın camı da bozuk olur ve bu bozuk camları hep tornavidayla sıkıştırarak açık tutarlar. Arka taraftaki minibüs camları zaten hiç açılmaz. Açılabilmesi için kas gereklidir.  Emniyet kemerinin oraya kaptan muhakkak ceket asar çünkü o kemerin başka kullanım alanı yoktur onun için. Kaptan koltuğu afillidir ama "Padişahım senden büyük Allah var" felsefesi gereği bu karizmayı bozacak şekilde koltuk kafasına geçirilmiş kılıfta muhakkak bir reklam olur. Bu reklam ya murat veya tasarının açık öğretim reklamıdır ya da pimaç aç lavabo açıcı reklamıdır.  Muavin koltuğunun arkasında da indi bindi fiyatı ile öğrenci 1TL yazısı bulunur. Liseye kadar olan bütün öğrenciler veli nimettir. Okusunlar istenir ama üniformasız çocukların 'bir öğrenci' diye para uzatmasına da bir kaşı kalkık ters ters bakar, kaptanlar. Eski minibüsçülerle yenileri ayırmanın yolu kaptan koltuğunun sol tarafındaki camın üstüne konulan  minibüs önü fotoğrafıdır. Eğer minibüs önü fotoğrafını çekip koymuşsa eski tayfadandır. Yalnız eski ya da yeni fark etmeden bir minibüste var olan tek şey mor ışık lambalarıdır. Genelde kerhane lambası diye tabir edilen bu lambalar gece yolculuğunu başka bir fanteziye taşır( Bknz: Minibüs içerisinde fantezi yapmak devam ediyor vol2). Minibüsün arka tarafı ise ya yenge tarafından örülmüş dantel perdeyle kapalıdır ya da katlanır perdeyle. Minibüs arkası yazılar meşhurdur. Hatta kamyon arkası yazıların minibüs arkasına ilk taşınmasını taşlı tarla minibüsçülerinin çıkarttığı konuşulur. Ne kadar doğrudur açıkçası bir fikrim yok ama kendileri bulmuş gibi orijinal laflar vardır. Ee artık minibüsü tümden tanıdığınıza göre artık adabına ve işleyişine geçebiliriz. O zaman son durağa bir kişi uzatalım efendim. Yolculuğumuz başlıyor. 


Minibüs Adabı Ve İşleyişi:

Minibüs kendine has kültürü olan bir oluşumdur. O yüzden bazı adap kuralları ve işleyiş adımları saçmadır ama yine de yıkılmaz bir oluşumdur. Bu oluşum her semte göre farklılıklar gösterse de - aynı yöresel farklılıklar gibi- genellikle aynıdır.  O yüzden yok öyle bir şey demeyin. Anlattıklarımın hepsi taşlı tarla minibüsün tarihinde yer almıştır! 

Taşlı tarla minibüsleri Aksaray ve Topkapı güzergahına sahiptir. Otogar ve bayrampaşa ayağı da vardır ama o oluşum yenidir. Beşyüz evlerden kalkan kuzen minibüslere hiç değinmiyorum. Burada o bahsettiğim eski toprak dedelerden söz edeceğim. İki güzergaha sahiptir vesselam. Ve minibüsler bu güzergahları iki renkle belirler; aksaray yeşil, topkapı mavi. Uzaktan gelen minibüsün nereye gittiğini öndeki yazıdan okuyamasa bile bir yolcu minibüsün tepesindeki şapkanın renginden yırt edebilir. Hat değiştiren minibüsler muhakkak şapkayı da değiştirir.  Bu gidiş ayağıydı. Dönüş de ise taşlı tarladan sonra yıldız tabya ve pazariçi olmak üzere iki güzergaha devam eder minibüsler. Bunu ayırmak için de el işareti vardır. Yaklaşan minibüsün yazısını okuyamıyorsan- ki akşamları pek okunmaz- işaret parmağı açık diğer parmaklar yumru şeklinde yol tarafını işaret edip sallıyorsan yıldız tabya/kahvelere gider mi diye soruyorsun demektir ki yanıt evetse minibüs yavaşlar yoksa kaptan kafayı sallar. Eğer aynı şekilde ama senden yana yani kaldırıma doğru sallıyorsan pazariçiye gider mi diye soruyorsun demektir. Minibüse bindiysen sağ salim başka kurallar karşılar seni. Eğer oturulacak yerlerde boşluk varsa ayakta duramazsın. Ayakta yolcu minibüsü dolu gösterir ve kaptan şiddetle uyarır. Minibüse bindiğin gibi parayı vermelisin. Parayı ya ayaktayken verip oturursun ya da önden arkaya uzatma yoluyla parayı kaptana gönderirsin. Parayı uzatırken " Şuradan bir taşlı uzatır mısın?" gibi kişi ve yer belirtisi kullanmalı ve parayı senden devralan kişi de aynı şeyi bir öndekine söyleyerek kulaktan kulağa misyonunu gerçekleştirmeli. Bu misyon gerçekleşmezse kaptan sık sık hatırlatır; "Arkadan vermeyen var mı?". Bunu gerçekten duymak istiyor musun yani ? 


Kaptan hatırlatıcılar gibidir. Sık sık uyarır; "Ablacığım çocukları kucağa alalım lütfen!" , "Kapı önünde durmayalım, öne gelelim lütfen!", "Parasının üstünü alamayan var mı?" vs. Senin de arada uyarman gereken zamanlar olur. Eğer bir yolcu minibüse yetişmeye çalışıyorsa "Ağır ol kaptan!" demek senin görevindir. Bir de ineceğin yeri söylemek ki bunu da "Müsait bir yerde inecek var!" diye bağırarak da yaparsın "Müsait bir yerde sallasana kaptan" diyerek te. Minibüsün belli başlı durakları olsa da müsait bir yerde- ki genelde kendi müsait gördükleri yerde seni indirebilirler. Minibüs adaplarından biri olarak eğer senden önce biri inmişse ve sen de buraya yakın bir yerde inmek istiyorsan orada inmeli minibüsü iki adım sonra durdurmamalısındır. Kaptanın durma mesafesini düşünerek müsait bir yer diye uyarmalısın. Kaptanlar da yaşlı veya "bağyan"sa hemen indirmeye dikkat etmelidir. Minibüs adabıdır neticede. 


Minibüs kültürünün başlı başına incelenmesi gereken bir ayağı müzikleridir. Kasetin daha lider olduğu vakitlerde Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses ve İbrahim Tatlıses 'baba' kıvamında dinlenirdi. Şimdilerde de arabesk kültürü geniş olsa da yeni muavinlerin metalci ya da rockçı olması beni mutlu etmiyor değil. Bir de radyocu kesim var. Ne çalarsa ondan devam modunda. Bir de yol boyunca kuran dinleyenler var. Cenabet binerseniz bittiniz! Müzik stilleri farklı olsa da şehitlikten geçerken(Edirnekapı tarafları) herkes müziği kapatır. Edirnekapı' dan ayrılınca tekrar geri açılır. Ölülere saygı sonsuzdur. Kafa ne kadar dolu olursa olsun bu unutulmaz. Ezkeza ezan okunduğunda da kapatılır o teyip. 


Minibüslerin yatma yerleri vardır. Bu yerlerin çoğunda ve ana duraklarda kahyalar bulunur. Bu arada yatma demek  belirlenen bir yerde durup yolcu beklemek demektir. Her minibüsün yatma yeri değişir. Topkapılar ayrı aksaraylar ayrı yerde yatar. Kimse kendi yatma bölgesi dışındaki bir yatma yerinden yolcu alamaz, adaba aykırıdır. Ana duraktan peş peşe iki araç çıkıyorsa öndeki hızlı giderken arkadaki yatar. Bunun dışında normal süreçte hareket ediyorsa minibüsler belirlenen süre kadar yatar ceplerde. Ana yatış yerleri yani kahyaların bekledikleri yerler dışındaki yatış alanlarını es geçebilir ama ana yerlerde beklemek zorundadır. Bekleme süreleri GAMYAD tarafından belirlenmiştir. O yüzden son zamanlarda her minibüste kronometre görmek mümkündür. Kahyalara gelecek olursak, onlar yatma yerlerinde bekleyen görevlilerdir. Belli bir geçiş aralıklarıyla minibüsçülerden para alır. Muavinliği orda o yapar. Minibüsün ne zaman kalkıp kalkmayacağına o karar verir. Vakti olmasına rağmen bir minibüse kalk diyorsa o minibüs kalkmak zorundadır yoksa bağlanır. Kısacası "Ağanın pokunun üstüne pok olmaz!" felsefesi vardır. Minibüsün bağlanması ise belirlenen bir sürede minibüsün çalışmaması demektir. Eğer bir minibüsçüden şikayetçiyseniz ya gamyad'a başvuracaksınız ya da kahyalardan birine söyleyeceksiniz. Gereken yapılır. Harbi yapılır, şaşırtıcıdır. Benim en çok sevdiğim kahya Edirnekapı metrobüs durağının orda topkapı minibüslerinin yattığı yerde akşamcı kahyadır. Esprilidir, hal hatır sorar. Görmeyince merak eder. Yerler o amcamı :). 


Minibüs bağlamak falan dedim. Hangi minibüs bağlanacak falan nasıl bilinir yani minibüslerin kimlikleri nasıl belirlenir derseniz. Evet çoğunlukla plakalardan bilinir ama eskiler hala lakapla bilinir.Küçüklüğümün kaptanlarının lakaplarını hala unutmam. Bazıları hala görevde ama çoğu bıraktı ne yazık ki. Benim sevdiklerim; Pala, Piç Yılmaz, Laz Sami, Tek bağırsak Hüseyin, Marka Osman'dı. Evet evet doğru okudun tek bağırsak Hüseyin. Neden öyle diyorlardı bilmem ama böyle yaratıcı bir sürü de lakap vardı. Çünkü kaptanların hepsi birer manyaktı. Zaten minibüs şoförü olmak için azıcık manyak olmak da gerekir. Yoksa onca yaşadığım olaya bir anlam yükleyemem. Örneğin hareket halindeki bir minibüste şoför değiştirilebilir. Şaşırma! Balkondaki bir adama ya da yol kenarındaki bir ağaca korna çalabilir kaptan geliyor musun diye. Şaşırma! Önüne geçti diye bir başka minibüse kızdıysa kaptan onu yakalayacağım diye seni indirmeyebilir. Yine şaşırma! Hele bir de yolcusu az diye durağa gitmekten vazgeçen şoförün inin arkadaki minibüse binin demesi var ki. Şaşırmayı bırak bindiğin yeni minibüste mülteci muamelesi göreceksin eğer yadırgarsan bile çok büyük ayıp etmiş olursun. Minibüs adabı mı dersin işleyişi mi bilmem ama böyle gider bu süreç. Bazen tabakhaneye bok yetiştirecekmiş gibi giden minibüsleri bazen kaplumbağa bile geçer. Her adresi bilirler, eyvallah. En yoğun trafikten bile kaçmanın bir yolunu bulurlar ona da eyvallah ama giderler gelecek misin diye yolda her yolcuğa korna çalıp sebepsiz bir de meşgul etti diye küfrederler. Değişiktirler, anlam verilmez. 


Eski muavin bir babanın kızı olarak felsefesini sevsem de minibüslerin seyahati işkence kabul ediyorum. Ama yine de yeşilçama bile damgasını vurmuş taşlı tarla minibüslerini bilmek ayrı bir keyif. İster "Trışkadan nağmeler Yıldıztabya kahveler"e gidecek ol ister "pazariçi piyerloti" olsun son durağın fark etmez. Ayrıcalıktır taşlı tarla minibüsü yolcusu olmak iyisiyle de kötüsüyle de. 


Geldik beyler! Son durak!




5 Haziran 2012

Battık Amiral'im

"Amiral battı" , en son ortaokulda oynamıştım sanırsam. Kareli metod defterin arkasına çizilen kareler ve "karavana!" demek için sabırsızlıkla beklenen anlar... Hiç iyi oynayamamışımdır bu oyunu. Hemen belli ederdim gemiyi nereye sakladığımı. Kuzenim ne zaman "A... " diye lafa başlasa içimden o kadar sayıklardım ki " A-3 demesin noluur!" diye hep cümle o demesin dediğim şekilde biterdi. Bir bir batardı gemilerim. Korumaya çalıştıkça batmalarına ben sebep olurdum. O kadar yakın tutardım ki onları birini açığa çıkardı mı karşı taraf hepsi çorap söküğü gibi gelirdi peşi sıra. Hiç iyi oynayamadım bu oyunu... 

Neyi iyi oynadım ki ? Hele konu saklamak üzerineyse.. Ne zaman bir şeyi saklayabildim ki kendimle ilgili ? Ayna gibi yansıttı yüzüm içimde kopan fırtınaları. Sadece insanlar anlamak istemediği için anlamadılar yoksa ben hep anlattım üzüldüğümü de sevindiğimi de kızdığımı da... Bir kere hedefe girdim mi çorap söküğü gibi geleceğini bildiğimden indiriverdim gardımı. Bir kere hedefe girdim mi hemen suratım düşüverdi ruhum gibi...

Düşünüyorum da en son gardımı hıdrelezde indirdim. O gün ağacının altına insanlar dilediği evlerin arabaların sevgililerin resimlerini bırakırken ben bir cümle bıraktım; "Daha anlaşılabilir bir hayatım olsun. Çünkü belki insan sevilmekten daha çok anlaşılmayı istiyordur...". O gün hiç istemediğim kadar anlaşılmak istedim. "Suratıma baksana be adam! Suratım asık! Sence şuan mutlu muyum ? Canımı acıtıyorsun. Beni kızdırıyorsun..." diye bağırmak istedim. Tanımadığı(n)m ve belki de hiç tanımayacağı(n)m insanlarla dalga geçme(ni)yi sevmiyorum. Ve bu her gerçekleştiğinde asıyorum suratımı. Biri de çıkıp bu kız ne zaman asıyor suratını desin istiyorum. Bana sen ayrısın değerlisin diyenlerin, bundan sonra hayatımda ol istiyorum diyenlerin bunları demekten ötesine geçsinler istiyorum, düşünsünler istiyorum. Beni düşünsünler. Biraz bana dikkat etsinler istiyorum. Bu oyun böyle oynanmaz mıydı yoksa ? Dikkat gerekli değil miydi ? 

Bu oyunu oynamayı beceremiyorum. Yoksa mantığını mı anlamadım ? Amacımız amirali korumak değil miydi ? Batmamak yani... Bir yandan da karşıyı batırmak. Batıramıyorum işte! Karavanaya gidiyor bilerek ve isteyerek. Elimde olmadan bir kez vurmuşsam onu. Bir kez kırmışsam yani. Sebebi neydi demek ? Dalgın mıydı, kırgın mıydı yoksa artık savaşmak mı derdi demek... İşte bunların sorulmasını bekliyorum çünkü ben her vurulduğumda soruyorum. Saçma denilen trip denilen boşuna surat asmak denilen eylemleri sadece kırıldığım için yapmama rağmen yine de soruyorum kendime kırılmaya hakkım var mıydı ? Sonra kendi kendime ikna oluyorum. Aslında o vurmak istememiştir beni. A-3 dememiştir. Dediyse bile yanlışlıkla, birazdan karavana dememi sağlayacak... Ama olmuyor. Bir darbe daha alıyorum. Nereye gittiği hesaplanmayan laflar tarafından ağır yaralı düşerken cephemde bir de lafların önüne kendimi atmaktan yargılanıyorum cephe gerisinde. Oysa ben idam sehpasında beklerken sonumu ceza bana dolaylı kökümden soyumdan geliyor, susuyorum. Her ısırılışı sineye çekiliyorum ve bundan ötürü ben suçlu gösteriliyorum Hannibal'mışım gibi. Peş peşe darbeler alıyorum ama soruyorum kırılmaya hakkım var mı ? Artık yok diyemiyorum ne yazık ki... Kırılıyorum, batıyorum.

Hızla batıyorum hem de... Ne sevgim kaldı, ne güvenim, tüm cephanem bitti. Savunamıyorum artık kendimi. Yosunla sarılmış gibi dört yanım dibe doğru çekiliyorum. Batıyorum.. Batıyorum amiralim, dur diyin! Fare yürekli amiralim benim, gemi batıyor ama içerisindesiniz.. Ne ironik! 

Zaten hiç beceremedim şu oyunu oynamayı...

 Battık Amiralim, fena battık! 





16 Nisan 2012

"Hakkında Değil Kendisiyle Konuş!" Disko Kralı'ndaydı..

Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur der Einstein. Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Sorumluluk Kulübü olarak önyargılarımız hakkında değil, önyargılarımızla konuşmaya ve yüzleşmeye çağırıyoruz sizleri. 2. Yıldız Yaşayan Kütüphane 29-30 Mayıs 2012'de YTÜ Bahar Şenlikleri'nde. 

Yaşayan Kütüphane hakkında ayrıntılı bilgiye http://www.yasayankutuphane.net/ adresinden, Yıldız Yaşayan Kütüphane hakkında ayrıntılı bilgiye blog adresimizden, güncel haberlere ise facebook hayran sayfamızdan ve twitter hesabımızdan ulaşabilirsiniz.

Bizlere maddi ya da ayni kaynak olacak kişi ya da kurumların, bastırılacak afişlerimizde ve tshirtlerimizde logolarına yer verebilir ve kendilerine Toplum Gönülleri Vakfı tarafından gönderilen Teşekkür Belgesi'ni takdim edebiliriz.

Bize sesimizi duyurma şansı veren Okan Bayülgen'e de buradan teşekkürler!

İletişim için:

Gözde Ece Demiroğlu
gozde.ece.demiroglu@gmail.com

Benay Gavazoğlu
benaygvzoglu@gmail.com



2 Nisan 2012

Sabaha Gözümü Açtım Ve Her Şey Normaldi...

Gregor Samsa’nın bir sabah kendini dev bir böceğe dönüşmüş bulması gibi başlıyor benim hikayemde... 

Sabaha gözümü açtım ve her şey normaldi. O kadar normaldi ki aslında işin normal olmayan kısmı buydu, gözümden kaçtı. Her insan böcek olarak uyanmaz sabaha. Bu bir Samsa'nın başına gelebilirdi bir de benim. Böceğe dönüşmemiştim ama içimde dönüşen şeylerin böcekler gibi beni kemirdiğini hissediyordum. Dönüşüm dedikleri şey bu muydu? Daha böcek olmadığıma göre ben hala değişmeye çalışan bir insancıktım (pengucuk). 

Sabaha gözümü açtım ve her şey normaldi. Sonra bir rüzgar esti. Oysa ki ben kahvaltı ediyordum. Günün en önemli yemeğiymiş. O sabaha okula gidemeyecek kadar uykum varken ne kahvaltısıydı bu bilmiyorum. Önemli diye mi ? Sanmam. Rüzgardan bahsetmiş miydim size? Rüzgar esti, hissettim. Belki de tam olarak öyle olmadı... Bilemiyorum. 

Sabaha gözümü açtım ve her şey normaldi. Tuhaf olan rüzgarın esmesi değil telefonun çalmasıydı. Telefon çaldı o sabah, evet. Arayan eski arkadaş Arzu'ydu. İş görüşmesine gitmiş. Yapılacak çok iş var ama "iş" yok. İş arayan çok "işçi" yok. İkilemler dünyası gibi memleket. Ne diyordum. Tanıdık ses Arzu, iş görüşmesinden çıkmış. Beni mi merak etmiş? Kendi de bilmiyor. Neredeyim diye sorup evde olmama seviniyor. "Bir şeyler yapalım mı?" 

Sabaha gözümü açtım ve her şey normaldi. Bir şeyler yapmak geliyordu her zaman ki gibi içimden. Sıradan ve normal... Normal olmayanı bunların "değişik" etiketine uygun olmasını istememdi. Değişik bir şeyler yapalım dedim telefondaki tanıdık sese. Değişik bir yerlere gidelim, değişik şeyler yiyelim, değişik insanlar olalım, değişelim... Kim bilir belki dönüşürüz de... Sabaha gözümü açarım ve böceğimdir artık, kim bilir... 

Sabaha gözümü açtım ve her şey normaldi. Değişik bir gün olması dileği ne kadar normalse o kadar normaldi işte. Değişik bir şeyler yapmak için yola çıkarken değişik olmayan bir yereydi yolculuğum, Taksim'e. Kafaya takmıştım böcek olacaktım. Otobüste takıntı gibi oturduğum şoför hizası, en arkanın bir önü, cam kenarındaki koltuk boş olmasına rağmen sadece değişim adına diğer hizadaki bir koltuğa atıverdim kendimi. Değişiklik, dakika bir gol bir misali üzerimde eğrelti durmaya başladı; yolun diğer tarafına hiç bakmamanın verdiği telaşla doğru otobüse mi bindim acaba tedirginliği. Taksim'e vardığımda yaşadığım garip rahatlamanın ardından Arzu'yu beklerken yaptığım gibi D & R yolu tutmam. Aklımda almak istediğim kitabının adını unutmanın verdiği boşlukla saf saf bakınıp Dostoyevski'nin Beyaz Geceler kitabında karar kılmam. Kütüphanemin son zamanlarda arkadaşları beklerken aldığım kitaplardan oluşmasının utancı da cabası... Bunlar değişik duygular değildi. Arzu'nun gelmesiyle değişikliğe adadığımız gün başlamış oldu. Uzun zamandır - ki yanlış hatırlamıyorsam uzun bir aradan sonra ilk defa ağustosta oynadığım oyundan sonraki ilk oyundu- oynamadığım bovlingi oynamaya niyetle başladık. AFM'nin 5. katındaki Bowl Room 'da hafta içi 18:00'e kadar bir oyun 5 TL, iki oyun 8 TL 'ydi. Bu da bizi cezbetti. İki oyunluk paramızı ödeyip ayakkabılarımızı alarak 3 numaralı alana kurulduk. Bir dönem okulun bovling takımında antrenmanlarda bulunmuş biri olarak rezil bir giriş yaptım. Rezilliğime rağmen bir de Arzu'ya öyle atılmaz böyle atılır diye de akıllar vermeye devam ettim. Değişen bir şey yok anlayacağınız. İlk oyun 63-64 bitti. Boynuz kulağı son dakika geçti. Bu arada evet yanlış duymadınız resmen atmışlarda kaldık. Reziliz diyorum size. İkinci oyuna biraz daha iyi başlayarak ve 11 numaralı toplarla atış yapmak için kapışarak daha çok eğlendik. 95-83 (intikam alındı) bitti o da. Ayakkabıları iade edip koşar adım rezillikten kaçıyorduk ki kapıda şu içinde bir sürü oyuncağın olduğu makinalara yakalandık. Çok şükür yanımızda fazla bozuk 1 milyon yokmuş ki serveti kaptırmadan elimiz boş ayrılabildik. Rotayı nereye çevirsek diye düşünerek yol boyunca saçmalayıp durduk. Değişik bir şey yok yani. Sonra ikimizin de düzgün kahvaltı yapmadığı ortaya çıktı. Tünele doğru Cremeria Milano'ya uğradık. Buranın dondurması ayrı bir güzel. Denemeyen varsa muhakkak gitmeli. Güzelliğini anlatmam gerekirse fındıklı dondurmasını yerken fındık kokusunu ve tatını direk alabiliyorsunuz gibi düşünün. Sıradan rengi olup aroması olmayan dondurmalar gibi değil. Değişiklik yapacağız dedik ya illa. O yüzden hep yediğim dondurma çeşitlerinden ayrılıp Stracciatella ve Sottobosco aldım. İyi ki de yapmışım. Kahvaltının ardından ufak bir gezintiye daha çıktık. Plan belliydi tavla oynayacaktık ama devamlı gittiğimiz mekanlar dışında takılasımız vardı. Kaybolma umuduyla daldık sokaklara. Sonra eski uğrak yerlerimizden olmasına rağmen yıllardır uğramadığımız Matrock'ı görünce dayanamayıp daldık içeri. Pes'i görünce tavladan vazgeçip pes mi atsak dediysek de bizden önce davranan olunca tavla fikrine geri döndük. Artık öğlen yemeği vaktiydi. Tunno salatayı ısmarlayıp menüden dedikoduya geçtik. İkimizin de değişimden daha çok dönüşüme ihtiyacı vardı. Konuştukça bu açığa çıkıyordu ama böcek olmak istiyorum diye itiraf edemiyorduk galiba. Çaylarla tavla da gelince kıraathane misali biz de kendi mahallemizi konuştuk durduk. Hangi dosttan haber veya selam var. Kimi özledik, kimle görüştük en son, kimi bekliyoruz... 2-0 dan çevirerek boynuz kulağı geçer hesabı ustamı yenerek 5-3 aldım. Aşkta kazanırsın diye onu avutarak yeni planı gündeme koyduk. Değişiklik yapmaksa niyetimiz, bunu hiç denemediğim bir şeyi deneyerek yapmaya karar verdik. Nargile içecektik. 


Sabaha gözümü açtım ve her şey normaldi. Akşam ise nargile içmeye karar vermiştim. Nargile hiç içmeyen biri olarak nargile içme sözüm dostum dediğim adama, Arda'yaydı. Arda, ilkokul hayatımın en uzun boylu arkadaşı olarak 4. sınıfta katıldı hayatıma. İlkokuldan sonra ayrıldı yollarımız ama ben şanslıymışım ki lisede tekrar buldum izini, aynı dershanedeydik. Ondan sonra ise muhabbetini özlediğim, dostum diyebilecek kadar aşırı sevdiğim ve aşırı güvendiğim biri oldu. Çakma mezuniyetime üşenmeden gelebilecek kadar bana değer veren birine ben dost demeyeyim de ne diyeyim zaten ? İşte bu anlatmaya doyamadığım Arda'nın iyi olduğu konulardan biri de nargileydi. Öğrenci evinde de kendi nargilesini kendi yapardı. Ben de her seferinde Kocaeline geleceğim bana da yaparsın derdim. Kocaeline gitmek son sene nasip oldu ama nargile olayı bugüne kısmetmiş. 


Sabaha gözümü açtım ve her şey normaldi. Akşam ise nargile içmeye karar vermiştim. Sözüm vardı Arda'ya, aramamak olmazdı. Aradım, nargile içmek istiyorum dedim. Kalktı geldi. Kallâvi'ye gittik. Kendi elleriyle yapamadı nargilemi ama kendi elleriyle seçti. Bahreyn nargileyi tercih ettik. Ben ne yahu sadece hava bu diye itirazlar ve mızıkçılar içinde canım dediğim insanlarla aynı masada mnargilemi de içtim, türk kahvemi de. Fallara da baktık, şakalaştık da. Garson gelip eve mi dönmek istersin yoksa zamanı mı durduralım deseydi. Zaman derdim çünkü huzur dediğin işte tam da buydu. Kahvem ve kahve tadında muhabbetim. Hem de Arda ve Arzu ile...


Sabaha gözümü açtım ve her şey normaldi. Akşam ise taksiyle eve giderken düşünüyordum. Değişim dediğim şey neydi ? Dönüşüp bir böcek olarak tüm bu yaşadıklarımı mı bırakmaktı ? Değiştirmek istediğim ne vardı ? Her zaman ki gibi istediklerimden daha çok istemediklerimi biliyordum. Bazı insanları asla kaybetmek istemiyordum mesela. Huzur bulduğum muhabbetlerin bitmesini de sevdiğim insanların benden uzak olmasını da istemiyordum. 


Sabaha gözümü açtım ve her şey normaldi. Akşam uyurken ise sabahtan beri hatta aslında ne zamandan beridir net bilmediğim şeyleri düşünüyordum. Herkesi dinlemeye çalıştığımdan mı bilmiyorum ama her şeyi gördüğüm o anlarda fark ettiğim şeyler tekrar tekrar kafamda dönüyordu işte. Mutlu çiftler oluşturuyordum kafamda, bir gün gerçekten olması dileğiyle. Mutlu mutlu bir sürü insancıkla güzel bir sofra başında muhabbet ettiğimizi düşünüyordum. Uzakta olan herkes yanımdaydı. Beklediklerim. Mutluydum. Huzurluydum. Değişim dediğim şey huzursa güzeldi. Ve akşama gözümü kapadım, her şey normaldi.

Not: Birine daha sözüm var. Aklımda ;)



13 Şubat 2012

Fıstık Gibi Gaziantep Gezisi

25 yaşıma giriyorum amanın... Yaşlanıyorum eyvahlar olsun... Pörsüyorum tanrım... Ah gençliğim elden gidiyor dostlar... Tiratlarından sonra yaptığım listeyi nasıl tamamlayacağım diye kaytarma yolundayken 3 şehir gez maddesine başlangıç yapmam için bir fırsat çıktı karşıma; Gaziantep yolculuğu...

Toplum Gönüllüleri Vakfı'nın 2-5 Şubat'ta Gaziantep'de gerçekleştirdiği 19. Gençlik Konseyi'ne Benay ile "Kadın Olunmaz Kadın Doğulur?" adlı atölye ile katıldık. Toplumsal cinsiyet tanımından yola çıkarak kadına yapılan ayrımcılığı konuştuğumuz kadın haklarına dikkat çeken atölyemizi konsey ekibinin başarılı(!) desteği ile gerçekleştirdikten sonra kendimizi Gaziantep'in bilmediğimiz sokaklarına attık. 

Kendimize Antep'i tam bilmeyen ama uzun zamandır da oranın yerlisi olmuş, kahrımızı çok iyi çekebilecek bir de rehber bulduk. 18. Gençlik Konseyinden (Konsey konsey geziyorum gibi oldu) tanıdığıma çok mutlu olduğum İbrahim'in eşliğinde üniversiteden ayrılıp çarşıya doğru yol aldık. Ve ilk işimiz şehri mutfağından tanımak oldu. Burada aklınıza gelebilecek her şeyde fıstık var. Karadenizlilerin hamsi merakı gibi bir şey anlayacağınız. Bir tek çorbaya bulaşmış değiller. Onu da yapsınlar diyerek fıstıklı katmerle ve tabi ki baklavasıyla fıstığa fazla girmeden rotayı diğer yemeklere çevirdik. Asla tadını unutamayacağım yoğurtlu yuvalaması, ali nazik kebabı ile evlere götürülmek üzere alınan baharatlar ve fıstıklarla son buldu mutfak turumuz.

Bir sürü bedestene sahip Antep'in en çok aklımda kalan çarşısı elbette ki Bakırcılar Çarşısıydı. Bakırla yapılan onca el işi şeyin yanında bir de sedef ve gümüş işlemeli olanları görünce yarabbim neden param yok dedim. İş hayatına adım atınca ilk işim buraya geri dönmek diye de kendime söz verdim. Çarşı içinden geçerek içinde Kahramanlık Müzesini barındıran  Gaziantep Kalesine çıktık. Tadilatta olduğu için şehri kaleden göremedik ama müze sayesinde Gaziantep'in tarihi hakkında aydınlatıcı bir bilgi almış olduk. Bu sayede yerine suni çim yapılan tramvayının yolu üzerindeki çocuk heykelinin de Şehit Kamil olduğunu öğrenerek rahatlamış oldum. Yalnız hala neden o tramvay yolunda yeşil halı var çözemedim, içimde ukdedir.


Eski Antep evlerinin kafe olduğu uzun bir sokakta rastgele bir yere oturup melengiç kahvemizi de içtik. Bu mola umduğumuzdan uzun sürdü. Gaziantep'e gidenler fark edecektir ki avm'ler dışında çoğu yerde kredi kartı geçerli değil. Neden geçmiyor ya diye çok sorgulamıştık ki yanıtımızı bu kafede aldık. 7,5 TL tutan hesabı kredi kartından 75 TL olarak çektiler. İşin daha komik tarafı bey amcamın 7,5 öyle yazılmıyor mu diye de sormasıydı. Hatanın düzeltilmesi için post makinasının kullanım kılavuzu bile çıkartıldı. Bu ufak maceradan sonra rotayı çok merak ettiğimiz Zeugma Mozaik Müzesine çevirdik.

Bilecik Baraj Gölü kıyısında bulunan Zeugma Antik Kenti'nde yapılan kazılarda kurtarılan mozaiklerin sergilendiği müze görülmeye değerdi. Dökme demirden yapılmış ve orijinalliğini koruyan Mars Heykeli -ki ben müze girişindeki tanıtım videosunu izleyince kocaman bir şey beklemiştim ama ufacık çıktı- ve herkesin bildiği simgeleşen Çingene Kızı Mozaiği müzenin nadide eserlerindendi. Hareket ettikçe sizi gözleriyle takip ettiği izlenimini veren Çingene Kızı Mozaiği labirent gibi bir yolla gidip görebileceğiniz karanlık bir odada ayrı sergileniyor. Açıkçası ben onun sahte olduğunu ve gerçeğinin daha iyi bir yerde saklandığını düşünüyorum ama belki de gerçekten gerçektir (Nasıl bir cümle oldu yahu bu). Müzenin en güzel tarafı her katta mozaiklerle ilgili oyunların oynanabileceği tablet masalarının olmasıydı. Biz üç deli en çok onlarda vakit ayırdık. 


İlk gezi gününü böyle tamamlarken dönüş yolunda ipek yolu üzerine temsilen konulan develeri örnek alarak fotoğraf da çektirip tren yolu üzerinden geri döndük. Ertesi gün dünyanın 3. büyük Hayvanat Bahçesini ziyaret etmekle başladık. Hayvanat bahçesine gittiğini öğrendiğimiz ilk minibüse binip yola çıktık. Yolda devamlı durdurulan minibüse hayvanat bahçesinin kapısından geçer lafını duyduktan sonra binmeyen yolcuları görünce biraz işkillenmiştik ama bizi bekleyen sürprizin farkında değildik.Kapıda inince olayı anladık. Dış kapı ile iç kapı arasında 1.5 km vardı ve bu mesafeye rağmen bir servis konulmamıştı. Hayvanat bahçesi aşırı büyüktü ve hayvan çeşitliliği açısından da güzeldi. Her ne kadar hayvanların kapatılmış olması fikri üzse de belki de bir daha hiç bir yer göremeyeceğim hayvanları da gördüm bu sayede. Yalnız bir sürü lama olmasına rağmen bir penguenin olmaması resmen ayrımcılık arkadaş! Kış olması sebebiyle göremediğim aslana değil en çok hayvanat bahçesinde bulunduğu söylenmeyen deniz ayısıyla aynı kafese konmuş korkak tavuklara üzüldüm. Bir de yılan kafeslerini boş bırakmayın derim buradan yetkililere. Kaçtıklarını düşündüğümüz için ödümüz patladı.

Hayvanat bahçesinden sonra taksiyle merkeze inip masal kahramanlarını barındıran Masal Parkında gezerek ufak bir yemek molasından sonra  Uzay Parkına uğrayıp gezegenleri görecektik ama saati bize uymuyordu. Biz de onun yerine kış olması sebebiyle fazla tat alamadığımız Botanik Bahçesini gezdik. Japon bahçesinin masaj olayı, Osmanlı bahçesinin lale çeşitliliği güzel olsa da kış olması sebebiyle sadece dal görmemize sebep oldu. Nisan ayında açıldığından gezemediğimiz Harikalar Diyarı var bir de. Kesinlikle yazın gidilip o korku tüneline binilmeli diyorum. 

Yazın gezmeye daha münasip olan Gaziantep'te daha gidemediğim bir sürü şey daha var. Kim bilir bir gün yine yolum oralara düşer ve tam anlamıyla gezebilirim. O zamana dek kendine iyi bak Gaziantep. Sayende hem güzel arkadaşlar edindim hem de listem için heyecanlandım. 
29 Ocak 2012

25 Yaşıma Girmeden...

Uzun bir aradan sonra tekrar buradayım. Nerdeydim, neden yazmadım ya da daha doğrusu yazamadım anlatırım. Aslında dürüst olmak gerekirse şimdi anlatmak istemiyorum. Onun yerine başka bir şeyden yakınmak istiyorum size... Yaşlanıyoruz millet farkında mısınız ? En azından ben yaşlanıyorum. Şunun şurası 25 olmama ne kaldı... 

Bunu düşününce aklıma ufakken yaptığım liste geldi. Orta okuldayken liseye kadar şunları yapıcam diye on maddelik bir liste yapmıştım.  Gerçekleştirmem lisede oldu hedeflediğim gibi öncesinde beceremedim ama insanın bir hedefi olması keyif vericiydi, hele de öyle saçma şeylerse çocuksu bir keyif... Bu yüzden ben de 25 yaşına gelmeden 50 şey yapayım dedim. Neden 50 derseniz, matematikçi mantığı ikiyle çarptım :) 


Bu listeye 29.01.2012' de başlıyorum ve 08.09.2013'de  tamamlamış olmayı umuyorum. 

  1. Üniversiteden mezun ol 
  2. Bir kız arkadaşını Fenerbahçe maçına götür
  3. 3 şehir gez 
  4. İstanbuldaki tüm müzeleri gez ( yine ve yeniden)
  5. Bir yabancı dili giriş seviyesinde öğren 
  6. Tangoyu ileri seviyeye getir 
  7. Bowlinge geri dön 
  8. Tutkunu olduğun eski model arabalardan biriyle fotoğraf çektir 
  9. Lunaparka git ve yükseklik korkun yüzünden binemediğin her alete bin 
  10. Bir evcil hayvan edin 
  11. Uçağa bin 
  12. Tarzın dışında 3 parça eşya al ve kullan 
  13. Araba kullanmayı öğren 
  14. Bir bilgisayar oyununu güzel bir şekilde oynamayı öğren ( Bak rekor kır demiyorum bari bunu yap :p) 
  15. Woody Allen filmlerinin hepsini izle 
  16. Fit ol ( Lise zamanına dön pengu, yapabilirsin :p ) 
  17. Uzun bir tren yolculuğuna çık 
  18. Kullanmadığın eşyalardan 10 şey yarat 
  19. Mızıka çalmayı öğren 
  20. Herhangi bir imza gününe katıl 
  21. Sevdiğin parçalardan müzik listesi yap bunu online albüme çevir
  22. Matruşka bebek al 
  23. 5 tane puzzle bitir 
  24. Hayvanat bahçesini ziyaret et 
  25. Nargile dene 
  26. HIV testi yaptır 
  27. Güvencinlere yem at 
  28. 5 kişiyi İstanbul' da gitmedikleri bir yere götür 
  29. Balık tut 
  30. Jim Carrey'in oynadığı filmlerin hepsini seyret 
  31. Bilim merkezine bir daha git 
  32. Anlamını bilmediğin 5 kelime öğren 
  33. Zararlı alışkanlıklarından en az ikisini bırak 
  34. Devlet ya da şehir tiyotrolarından birinin tüm sezon oyunlarını seyret 
  35. 3 itirafta bulun 
  36. Herhangi bir eyleme katıl 
  37. Bir gün gözüne birini kestir, hiç tanışmadan ortak bir şey yapın o gün için
  38. Kendin için herhangi bir kursa yazıl 
  39. Salsa öğren 
  40. İstanbul'un 13 kapısından da geç 
  41. Diksiyon kursuna git 
  42. Birine karikatürünü çizdir 
  43. Bisiklete binmeyi öğren 
  44. Kısa metraj bir film çek 
  45. Topuklu ayakkabıyla yürümeyi öğren ( Bak işte bu maddeden hiç emin değilim, neyse artık)
  46. Okumadığın 10 klasiği oku 
  47. Açıkhava konserlerinden birine git 
  48. Film sahneleri fotoğraflama fikrini hayata geçir ve en az 25 fotoğraf biriktir 
  49. Merve Öztürk'e kendin için bir resim yaptır :)
  50. Birine kendini tümden anlat 

Hedeflerim bunlar, bakalım hepsini gerçekleştirebilecek miyim... Liste içerisinde alanına giren bir şey varsa ve yardım etmek istersen benimle muhakkak iletişime geç.  Çok mutlu olurum ; gozde.ece.demiroglu@gmail.com 

Hadi bana şans dileyin :) 

Dikkat Kuzey Kutbu

İzleyiciler

Etiketler

14 şubat (1) 23 Nisan (1) 25 yaş (3) 29 Temmuz (1) 41AT (1) 5 Kasım (1) 500ES (1) 90's (1) adap (1) amiral battı (1) analiz (3) anlamak (1) Arzu (3) aşk (7) aynı (1) ayrılık (2) ayrımcılık (1) bachata (1) banka (1) başkent (1) beğenmek (1) beyaz (1) bilmece (1) bir sevgi istiyorum (1) bovling (1) Bülent Ortaçgil (3) Cahit Arf (1) ceviz cafe (1) Cihan Demirci (1) çay (1) Çingene Kızı (1) çizgi film (1) çocukluk (8) çorap (1) dans (1) Davutpaşa (1) değişim (1) deli gömleği ütü istemez (1) demirdöküm (1) Devekuşu Kabare (1) dilek (1) Dilime Dolandı (2) DİR (20) Disko Kralı (1) doğum (1) doğumgünü (2) Don Kişot (1) dost (4) dövme (1) düğün (1) dün akşam (1) eller (1) emek sineması (2) Emel Sayın (1) engelli (1) ergenlik (1) Erhan (1) esas kız (1) Eskişehir (1) evlilik (3) Eylül Akşamı (2) Fenerbahçe (1) festival (4) fikir (1) film (6) filmekimi (2) Finansbank (1) Freddy Krueger (1) futbol (1) gala (2) GAMYAD (1) ganyan (1) Gaziantep (1) Gaziantep Kalesi (1) gemi (1) gezi (2) göçmen (1) guiness (1) gülümseme (1) güncelleme (1) günlük (2) haber (1) hakkında (1) Hakkında Değil Kendisiyle Konuş (1) hayatım (4) Haydarpaşa (1) Hayvanat Bahçesi (1) hesap (1) hoşgeldin (2) huzur (1) IKEA (1) İkitelli (1) istanbul (1) istemek (1) (1) iş hayatı (1) İzmir (2) kaçmak (1) kader (1) Kahramanlar Müzesi (1) kahve (2) kampanya (1) kan (1) kan kanseri (1) kapak (1) kapı (1) kaybetmek (1) kedi (1) kırgınlık (1) kısa kısa (2) kitap (1) klip (2) koltuk (1) konser (1) korku (2) korku filmi (1) kuaför (1) kurbağa (1) kutlama (1) kuzen (1) kültür (1) leylek (1) madde (3) Mars Heykeli (1) masal (1) matematik (5) melez (1) mezun (1) mezuniyet (1) mim (1) minibüs (1) nar (1) nargile (1) nil (1) Okan Bayülgen (1) oryantasyon (1) Oya-Bora (1) oyuncak (1) önyargı (1) örtü (1) özlem (1) pasta (1) patikli penguen (1) pazar (1) pi (1) platonik (1) poster (1) saçma (1) sansür (1) sarı kağıt (1) savaş (1) Secret Cv (1) sevgi (2) siyah (1) soba (1) soğan (1) sorgulama (1) staj (1) stres (1) süpermen (2) şarkı (6) şataraban (1) şerefsiz (1) şımarıklık (2) şiir (3) Şirinler (1) şizofren (1) takım (1) Taksim (1) tango (1) tanımak (2) tanıtım (3) tanrı (1) taslak (1) taşlıtarla (1) teleşli apt (1) terlemek (1) tesadüf (1) tesbih (1) trombosit (1) unutmak (1) V for Vendetta (1) yabancı (1) yağmur (1) yangın (1) yapma (1) yardım (1) yasak (1) yaşayan kütüphane (2) yemek (1) Yeni türkü (1) yeni yıl (1) yeşilçam (2) Yıldız Teknik (6) Yıldıztog (4) yıldönümü (1) yolculuk (1) yumak (1) yumurta (2) yüksek lisans (1) Zeki Müren (1) Zeugma Müzesi (1)

Sobe!

Takvim İnsanları