31 Aralık 2010

Dilerim Ki....

Her şeyi sıfırlamaya saatler kaldı. Peki her şey gerçekten sıfırlanacak mı ? Bu gece akreple yelkovan on ikinin üzerinde buluştuğunda her şeyi geride bırakarak anadan üryan saf ve temiz mi olacağız? Biri resetleyecek mi bizi ? İnandığımız gibi mucizeler gerçekleşecek mi o an ? "Saçmalama! Tabi ki öyle olmayacak..." dediğinizi duyar gibiyim. Yeni yıl yeni umut falan filan diye bir sürü dilek dilemenin zararsızlığını ve ne var ki canım biraz gülümsemekte diyen fikirlerinizi açıklayacaksınız bana uzun uzun... Benim ise ağzımda bir şarkı mırıldanacağım; 'Olsun demek de zor artık.. Çocuk düşlerimiz yok artık..'


Mucize denen şey masalların oltası.. Peki hangimiz bir masal kahramanıyız ki mucizeler gerçekleşsin yeni yılda ! Hem öyle olsak dahil on ikiden sonra külkedisi oluyor sinderella, neden daha iyisini bekliyoruz o zaman yeni yıldan ? Külkedisi olduk ya ! Bilmiyoruz vesselam... Ne istediğimizi bilmiyoruz. Tek sorunumuz bu! 

Neler ummuştuk 2010'dan hatırlasanıza. Kaçı gerçekleşti? Yüreğimize batan hayal kırıklıklarının kaçı derin kazıdı bizi ? Kaç kez gülümsememizle bir kış gününe baharı getirdik? Bunlara yanıtımız var mı ? Yoksa ayna bize güzel dedi diye gerçeği aramayı bırakıp bütün yılı son kez dans ettiğimiz adamdan mı ibaret saydık? Bir kez elimiz kanadı diye tüm yılı siyaha mı boyadık? Yoksa gider ayak bir busenin sıcaklığıyla methiyeler mi düzdük? Nasıl ölçülürdü peki koca bir yılın insanlığı?


Hesabım hiç iyi olmadı ama devamlı hesabını tuttum yılların... Dünyada kaç insan var? Kaç tanesiyle karşılaştım? Kaç tanesiyle İstiklalde aynı anda yürüdük? Kaç tanesini yakından tanıma fırsatı buldum? Kaç kişi beni hiç unutmadı? Kaç tanesi salağın teki olduğuma karar verdi? Kaç erkek, kaç kadın gördüm? Kaç bebek öptüm? Kaç kişiye nazarım değdi? Kaç insanla çok eğlendim? Kaç insana kızdım? Kaç insana dair umutlarım var? Kaç insanla daha tanışmadım? Bundan sonraki hayatımda kaç kişi hala hayatımda olacak? Hesabını tutuyorum kendimce yılın, yanlarında ben olabildiğim insanlar üzerinden. Çünkü benim için ne sinderella olmak önemli ne de külkedisi. Zamanı gelince tek tek oynayacağım bütün rolleri nasılsa. Önemli olan masalımda kaç sevdiğim olucak ve kaçıyla ben olabileceğim...

Masalım... Kimler gelip konaklamadı ki bu handa. Bazılarını güzel ağırladım ama bir kısmı öküzlüğüme denk geldi. Kimi 'mükemmel' bir misafirdi, kiminin gelip gittiğini hiç anlamadım, kimi ise hırsız çıktı söküp aldı benden bir şeyler. Ama hepsi burdan bu handan geçti ve benimdi... Ve bu masalda bu sene hesabım güzel geldi. Konaklayanı bol olan bir hancı misali mutluyum bu gece. Çalınan onca şeye rağmen gördüğüm sadece hediyelerimse ve giden onca insana rağmen gelip yerleşen insanlar yüzünden daha mutluysam bu benim karda olduğumu göstermez mi ? Evet 'bat dünya bat' dediğim çok anlarım oldu ama sıfırdan başlamak istemiyorum yeni yıla çünkü aldığım her çizik aslında hayata attığım birer çentik...

Belki de bu yüzden mucize beklemiyorum, kendim yaratıyorum. Ama yine de rolümü oynayıp dilek tutucam bu kez de, yeni yıldan bir sürü şey bekleyip bir ay içinde hepsini unutucam. Tekrar dilek tutup çocuk olabilmek için bir sene daha bekliycem. Herkes gibi bana biçilen rolü oynayacağım işte. Ve bir mucize gerçekleşecekse... 

Dilerim ki beni mutlu eden herkes mutlu olur...



24 Aralık 2010

Çarşından Aldım Bir Tane...

Herkesin çocukluğunu anımsatan şeyler vardır. Kimi için bir çizgi film karakteridir, kimi için bir oyuncaktır ya da belki de bir oyundur. Benim için ise iki şey daha belirgin çocukluğuma dair; masallar ve bilmeceler. 

Bilmeceler... Şimdikilerin pek bilemeyeceği bir eğlence ama benim zamanımda popülerdi. Herkes evinde yeni yeni bilmeceler öğrenip diğerlerini şaşırtmak ve daha zeki olmak için çabalıyordu. Büyükannem sayesinde bu eğlencenin en zeki kızı hep benim olmam belki de bu derece aklımda yer etmesine neden oldu (Ee doğaldır, çoğu oyunun çürük elması bendim.) .

 En klasik bilmeceler herhalde; 'Bilmece bildirmece el üstünde kaydırmaca' ile 'Çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane' dir. Aaah bak şimdi "Cevap veriyorum naar!! " diyesim geldi bir anda. Ardından da devam edip "Hastahaneden aldım beyaz eve geldim siyah" diyesim geldi. Ne o ? Yanıt veremediniz mi ? Aaaa! Cevap benim canım. Bilmiyor musunuz ? Eee anlatayım o zaman...

Hep deliyim garibim diyorum ve bunun faturasını da yaşadığım ilginç olaylara, etrafımdaki diğer delilere kesiyorum ya hani; bakın bu anlatacağımla bana hak vereceksiniz.


Çocukların çoğu doğduğunda mavimsi bir göze sahipti hani sonradan değişir ya da sapsarı saçlarla doğar giderek koyulaşır. Bunlar bilinen gerçekler. Peki benim doğduğumda süt beyaz olduğumu biliyor musunuz? Bembeyaz bir ten yumuk yumuk hafiften şişkoca bir bebek getirdiklerinde anneme ilk aklından geçen babaannemi ufaltıp kucağına verdikleri olmuş. Bu arada bilmeyenler için belirteyim babaannem sarışın mavi gözlü yumuk yumuk bir hatundur. Klasik göçmen profili anladığınız üzere. İki tarafta göçmen olunca sarışın ve renkli gözlü olmam zaten beklenen bir olay. Her neyse doğmamın verdiği mutlulukla evlerine dönen güzel ailem evin ilk bebeği olma durumumdan dolayı üstüme titriyormuş. Öyleki her saat başı kıyafet değişimi gibi ( Vur diyince öldürme potansiyelim gördüğünüz üzere genetik! ).  

İlk banyo denememi gerçekleştiren annem önce beni suya sokmakta epey zorlanmış. Biraz sonra olucakları bilse herhalde zorlandığı için bu kadar of'layıp pof'lamazdı. Bir şeyi yıkadıkça beyazlar temizliğini gösterir ya ben yıkandıkça siyahlaşmaya başlamışım. Dalga geçtiğimi kafa bulduğumu düşünüyor olabilirsiniz ama değil! Suya temas eden derim koyulaşmaya başlamış. Korkan annem beni daha fazla kararmayayım diye sudan çıkarmış. Her hatunun bir yerleri sıkışınca yapacağı gibi annesini aramış. Büyükannemin olaya bakış açısı daha süper tabi. Durumu kurduğu şu cümleyle açıklayabilirim; " Remziye kızı arap sabunuyla mı yıkadın yoksa?! " 

Arap sabunuyla yıkanmamıştım ama tenime değen sabunu arap sabunu diye birilerine satabileceğimizi de düşünmedim değil. Bu dumur durum üzerine doktora giden anne ve babam doktorun 'dua edin de daha kararmasın' uyarısıyla gönüllerine su serpmiş(!) bir vaziyette evlerine geri dönmüşler. Ailenin iki tarafı da Bulgaristan Şumlu göçmeni olmasına rağmen baba tarafımda tatarlık ve araplık olması ve bu iki özelliğinde bende bulunması biraz garip. Melez olmanın yan etkileri işte. Çekik gözlü esmer bir göçmenim. Kardeşim ise sarışın ve mavi gözlü bir yakışıklı. Allahım bu kader mi yaa ?! Ben sarışın bir afet o ise esmer bir yağız delikanlı olamaz mıydı ? Soruyorum olamaz mıydı? 

Uzun lafın kısası  bu yüzdendir ki benim için o bilmece hastahaneden aldım beyaz eve geldim siyah şeklinde daha anlamlı.Ve ben o bilmeceyi her duyduğumda içimden bu şeklini sayıklayıp yanıt olarak 'penguuu' diyorum :) 
17 Aralık 2010

Ver Elini...

Hayatta hiçbir şeyim az olmadı senin kadar,
Hiçbir şeyi istemedim seni istediğim kadar
Sende başını alıp gitme ne olur...
Ne olur tut ellerimi....
Ne olur...

Bir insanın elini tutmak değil ki sevgi, o eli bırakmamak... Elini tuttuğun için her gün heyecandan titreyebilmek ya da elini tutmayı delice isterken yanında ellerin yumru yürümek zorunda kalmak... Kime anlatıyorum? Hangi boş gönüllere? Aynı anda bir çok el tutan nasırlaşmış ellere mi elleri başkasına aitken gönüllerini uçurmuş gözleriyle başka bedenleri soyan körlere mi? Kime anlatayım ben hislerimi, kime... Hem zaten anlatsam da dinlerler mi ? Sanmıyorum.

Aşka boyadığımız kırıntılarımızla mutlu mesut oynamayı öğrendik. Kendimizi anlatmadan olmak istediğimiz rollerde ruhları gerçek olmayan bir sürü bedenler sevdik. Ballı ekmek niyetine yedik yavanlarımızı. Biz yalanlara aşık olurken gerçek hayal kırıklıkları hazırlıyordu hayat bize. Zamanı gelince uyandırılacak ve çırılçıplak kaldığımız dünyada yediğimizin elmadan daha çok ayva olduğunu anlayacaktık. Havva'mız, Adem'imiz dediğimiz insanları tanıyamayacak, uydurduğumuz rolleri soyunmak zorunda kaldığımız için de yalansız, çırılçıplak kalacaktık. İşte o zaman ellerimiz tutacak başka bir elin hasretiyle yanımıza düşüverecekti.

Avuç içimi avucunun içine saklayıp gömecek, yüreğinin atışını avucumda hissettirecek bir el arıyorum. Beni tüm bu kaosun, yalanlarla örülen hayatçıkların arasından çekip çıkaracak bir el... Sıcaklığıyla güven verirken hiç bırakmak istemeyeceğim bir el, elimi hiç bırakmayacak bir el... Tuttuğumda benim için yaratıldığını anlayacağım bir el arıyorum.

Öptüğümüz bir sürü kurbağa yüzünden ağızlarımız siğil içinde belki prens buluruz diye göl kıyısından ayrılamıyoruz bir türlü. Oysa elini tutmak istediğimiz prensimiz kim bilir hangi elin yalancı sıcaklığını hissediyor, kim bilir hangi öpücükle prens olacağına o denli emin koşturup duruyor peşi sıra yarin... Lakin anlaşılmıyor bu merette öpmeden, ellerini tutmadan. Denedik biz de. Eksik parçamızı bulana kadar denedik.

Bazen bulduğumuzu bile düşündük. Sımsıkı sarıldık o ellere ama bırakıp gittiler ellerimizi. Ne olur dedik, ne olur bırakma... Dinletemedik. Oysa uygun değildi o eller bize, yeni elleri tuttuğumuzda anladık. Aradığımızı bulunca kendiliğinden birleşiyordu o eller ayrılmayacasına. Biz hep bunu unutuyorduk, birbirine uyumlu olmayan parçaları uydurmaya çalışıyorduk. Bu yüzden de yorgun düşüyorduk.

Kaybolup gidiyorduk gölün ortasında onca kurbağa arasında... Biri gelir öper bizi diyorduk, biri gelir onca kurbağa arasında inadına bizi seçer. Biri bizim için savaşır, biri bizim için uğraşır diyorduk. Biz yorulmuştuk süpermen olmaktan birileri de çıkıp gelsin bizim süpermenimiz olsun diye diliyorduk. Kiminin dilekleri kabul oluyordu, kimi beklemekten sıkılıp tekrar savaşıyordu. Ben mi ?

Ben ise hiç kimsenin yazdığı iki satır olamamanın hasretiyle satırlarımda anlatıyordum kurbağalarımı. Onları orda yaşatırken kendi parçamı arıyordum. Elini tuttuğum insanların diğer ellerinin dolu olduğunu öğreniyordum ya da akıllarının başka bedenlerde olduğunu. Bıraktığım elin sıcaklığının geçmesini bekliyordum saygımla ama bana duyulan saygının sıcaklığımın üzerine hemen başka elleri tutabilecek kadar değersiz olduğunu görüyordum. Güvenim kalmıyordu ellere... Tutmak için tutuyordum elleri, öpmek için öpüyordum kurbağaları. Benim için gelecek bir prens bekleyerek masalların lanetine uğruyordum belki de. Ama hayatımda hiç bir şey sevgi kadar eksik olmamıştı ve hiç istemediğim kadar bir eli sıkıca tutmak istiyordum...

Ne olur tut ellerimi.. Ne olur...

29 Kasım 2010

Ciğerim Yandı!

Bir Türk filmi klasiğidir artık onun o merdivenlerinden inen saf köylünün şaşkın bakışlarla sana geldim İstanbul yakarışı. O koca taş binanın her karesi ayrı bir anı saklar o gar hikayelerinden. Haydarpaşa bir tarihtir kısaca...

Ve bu gün o tarih yandı. Haydarpaşa alevler içerisinde kaldı. İnsanın içi burkuluyor. Resmen İstanbul'un kapılarından birini kaybetmiş gibi hissettim duyduğumda haberi. Sanki artık kimse gelemiyecekti İstanbul'a ve inemeyecekti o merdivenlerden. Tüm filmler anlamını yitirdi biran için gözümde. Bir tarih nasıl yanardı? Ne sebeple? 

Bir tarih yandı bugün kimse engel olamadan. Sebebi kesin değildi katili meçhul cinayetler gibi. Sadece bir çalışmanın varlığı vardı meydanda ama düşünmekten çıldıracağım; "Nasıl bir çalışmadır ki bu çatıda yangına sebep olur?". Bir tarihin yanmasına sebep olabilecek bir ihmalkarlık nasıl yapılabilir ki arkadaşım? Bu yemek yakmaya benzemiyor ki! "Ay pardon dibi tuttu." diyesin, tarih ulan bu! 


Dolanan sözlere kulaklarımı tıkamak istiyorum. Düşünmek istemiyorum bu olayı. Aklıma 'otel' lafını getirmek istemiyorum. Aklıma tadilat yapılacak diye kapatılan Emek sinemasının 'alışveriş merkezi' için yıkılmaya bırakıldığı zamanki oyunbazlıkları getirmek istemiyorum çünkü şüphelenmek istemiyorum. Otel dikmek için bir tarihin yıkılması fikri midemi bulandırıyor ve bu yüzden gerçek olmamalı, olamaz. Yüreğim bunu düşünmeye el vermiyor. O yüzden şimdilik susmayı tercih ediyorum. İçimde biriktirip çığlıklarımı, kızgınlıklarımı yeri geldiğinde kusmak için susuyorum. 


Tren sevdalısı biri olarak öküzlüğümü tescillediğim Haydarpaşa Garı benim için özeldir, önemlidir. Binadan öte, tarihten öte... Bana çağrıştırdıklarıyla apayayrı bir yerde yüreğimde. Umarım en kısa zamanda bu yangın izleri de onarılır. Haydarpaşam eski güzel edalı havasına kavuşur...
23 Kasım 2010

Rüyalarımın Erkeği

Hangimiz odamızın duvarlarına poster asmadık ki? Odası olmayanların içinde hiç mi ukte kalmadı bu eylem? Tipik bir gençlik alışkanlığı hatta alışkanlıktan öte genç olmak için bir kanun gibiydi mübarek. Sanki biri çıkıp 'Hani, duvarda poster yok. Bi s..tir git yahu' diyecekti ve bizi ilelebet bebeliğe mahkum edecekti. Herkes beğendiği, platonik aşık olduğu, idol aldığı, sevdiği kişilerin posterlerini asıyordu duvara hem de annelerimizin 'Duvarın içine ettin de bilmem ne de ...'  şeklinde uzayarak bütün bir ömür sürecek dırdırını göze alarak. Onlarla sabah akşam birlikte yaşama fikri mi bu kadar cazipti yoksa -en azından benim gençliğe geçiş dönemimde- pop müzik patladığı için gazetelerin verdiği onca posterle bir şey yapamayacağımızı anladığımız için mi asıyorduk duvara bilemiyorum ama hepimizin duvarlarını birileri süsledi.

Milletin duvarlarında, özellikle kız arkadaşlarımın, boydan boya Tarkan, Burak Kut, Çelik, Mustafa Sandal posterleri vardı. Daha sonra ingilizcenin sökülmesi ile birlikte duvalarımızdaki 90'lar ruhu yerini yabancılara bıraktı. Ben de bu akının bir neferiydim ama sorun şuydu ki benim duvarımda tek bir poster vardı ve ev değiştirene kadar o posterden başka bir poster de asmadım. Kimin posteriydi derseniz... O zamanlar platonik aşk beslediğim ve aşırı karizma bulduğum için ağzı açık ayran budalası gibi izlediğim kahraman Fredyy Krueger'ındı o poster.

 

Korku, çocukluğun vazgeçilmez yapı taşı. Altımıza sıçıcak konuma gelsek de izlemekten vazgeçemediğimiz filmler olmadı mı hiç? Ben mesela Chucky'den öyle böyle tırsmıyordum ama Freddy benim kahramanımdı. Aşık olabileceğim kadar karizmaydı gözümde. Yanmış suratıyla, eğreti şapkasıyla, yeşil kırmızı çizgili kazağıyla, jilet parmaklarıyla, vıcık vıcık duran vücuduyla ve espritüel konuşmalarıyla sizce de sinema tarihinin en karizmatik ve şebek katillerinden biri değil miydi yahu? Şimdilerde korku filmlerine konu olan uzaylılar, zombiler, vampirler hatta şeytandan bile daha abes belki de daha hayali ama bir o kadar da daha sempatik. Kısaca yaratılmış en karizmatik seri katil. Evet kabul ediyorum şeytan dururken karizmatik olarak Freddy diyorum ama bir de şu açıdan bakın adam tüm kötülüklerin babası olduğundan karizmatik geliyor. Ama Freddy'cim öyle mi? O karizmayı hakkederek kazandı. "Babacığına gel küçük domuzcuk" repliğiyle altımıza yaptırırken aynı zamanda garip bir haz verdi. Yanmış suratında parlayan o mavi gözlerle 'babacık' gibi sevebileceğimiz amcamız, baba yarımız oldu. O sahip olduğu karizmasıyla bir yandan çocukların kabusuyken bir yandan da babacığıydı.

Garip bir kişilikti vesselam. 'Elm Sokağı Kabusu' filmleri bir çok korku filminden daha korkunçtu -en azından çocukluğumuzda- ama akıllarımızda kalmasının sebebi bence daha korkunç olması değil hiç bir korku filminde bulunmayacak bir neşeyi barındırıyor olmasıydı. Normalde seri katil dediğin adam koşmaz, kendini ordan oraya atmaz. Kurbanlar dört nala atlı gibi koşarken seri katil dediğin adam sakin sakin yakalayacağından emin hareket eder. Kurbanını o sessiz ve sakin yürüyüşünün ardından yakalar. Oysa Fredyy öyle mi yapar? Tabi ki de hayır! O bizden biri gibi davranır. Koşar kovalar, kovalarken düşer kalkar yine kovalar. Kovalamanın hakkını verir. Zaten sözünün eridir o. 'Uyu bak sana neler edeceğim' der ve kurbanlarının uykuya dalmalarını bekler, öyle uyutmak için planlar kurmaz. Sağ gösterip sol vurmaz kısaca ben geliyorum der. Yakalanmak istemiyorsan uyumayacaksın aga, şansın var. Sana burda bilinçaltı taktikleri uygulayarak 'İnception' vari kurgularda bulunmuyor herif. Uyuyunca geliyor seni öldürüp işini bitirip gidiyor. Masum bir karakter yani. Tıpkı çocukluğumuz gibi zaten baktığında çocukluğunla ilişkilendirebiliyorsun da onun yapısını. Mesela bir filminde ölüp diğer filminde canlanabiliyor sanki devamlı mario oynuyormuş gibi oluyorsun.

İşte bu yüzden mi nedir 'Elm Sokağı Kabusu' seri filmlerini genelden farklı buluyorum. Israrla işlenen bir toplumsal eşleştiri hakimdi filmlerde. Tüm seri boyunca Freddy kurban olarak seçtiği gençlere baktığında şunu farkediyoruz; hepsinin aileleri çocuklarını dinlemeyen tipler, çocuklara saygıları yok ve hiç bir zaman birey gibi davranmıyolar. Cincel açıdan taciz edilen tipler. 'Genciz ulan biz!' düşüncesiyle kendini kaybetmiş gençler hep. Aileleri ile aralarında sağlıklı bir iletişim yok. Kurmaya kalktıklarında zorla uyutuluyolar. Freddy'nin kucağına severek oturtulan çocuklar tek tek ölürken hiç bir aile çocuğunun ölen arkadaşlarını umursamaz. Onlar için önemli olan kendi yapamadıklarını çocuklarının yapmasıdır; derslerde iyi olmaları, manken olmaları vs vs... Bu bastıra bastıra haykırdığı toplumsal eleştiriyle farklı olması dışında eğlenceli bir korku filmi olmasıyla da diğerlerinden farklılaşıyor. Film korku filmi olması yanında -ilk filmi dışında- bir yandan da izleyiciyle dalga geçen bir film. Özellikle de insan algısıyla oynuyor. Mantık örgüsüyle iyi işlenmiş filmler seriyi mükemmel kılıyor. Örneğin kurbanlar bir türlü bitmek bilmeyen zaman paradokslarına yakalanmış buluveriyor kendisini (kırmızı minibüse ulaşmayı beceremeyen çocuklar.). Asla çıkışı olmayan yollar (yukarı doğru inen ya da aşağı çıkan merdivenler), yenmemesi gereken yiyeceklerle öğretilen vejeteryan öğretileri (arkadaşlarının küçük kafaları bulunan pizza) bunlardan bir kaçı. Korku film olmasına rağmen bir çok karede gülebilirsiniz. Freddy de biraz Mask'ı andıran bir espri anlayışı vardır. Okul koridorlarında kaçan kurbanın arkasından "Koridorda koşmak yasak Nancy!"  diyebilir. "Prime time 'a hoşgeldin kaltak", "Her şehirde bir Elm sokağı vardır." vecizelerinin sahibidir. Üstüne bir de yaratıcı cinayetleri de eklenince tadından yenmez bir hal alıyor. Özellikle aynı dönemi paylaştığı diğer katillerin kurbanlarına sadece yok edilmesi gereken bir et parçası gözüyle yaklaşıp diyalogdan uzak katil profili çizmesi ve Freddy 'nin tam bunların tersine diyalog kuran, kurbanlarıyla oyunlar oynayan, hatta espri yaparak eğlenen biri olması bu ayrıcalığı katmerliyor. Düşünün bir kere, hangi katil biranda sizi yatağın içine çekip tüm odayı fışkırttığı kanla boyar ki ya da hangi katil ayaklarınızı kesip damarlarınızı çekerek sizi bir yere asıp sonrada damarları kesip sizin düşüp ölmenizi sağlar?

Tüm bu sebeplerden dolayı Freddy Krueger bir korku filmi karakterinden daha çok popüler kültür ikonu haline dönüştü ve sinemanın en sevilen katilleri arasında yerini aldı- hatta bence ilk sırayı- . Yönetmen ve senaryo yazarı Wes Craven'ın filmin fikrini okuduğu makaleden mi aldığı ( Bu makale Amerika’ya kaçan bir grup Kamboçya’lı mülteciden bahsediliyordu. Mültecilerin çocukları korkunç kabuslar görüyorlardı ve uyumayı reddediyorlardı. Tıbbi tedavilerine başlanan çocuklar uyuduktan kısa süre sonra ölmüşlerdi.) yoksa Clarkson Üniversitesi’ndeki öğrencilerinin yaptığı bir film projesinden mi etkilenerek oluşturduğu kesin değil. Bununla birlikte lisede Freddy  adında bir çocuk tarafından pataklandığı için hoş bir intikam almak adına karakterin ismini böyle belirlemiştir. Seriyi ve karakteri biraz daha iyi incelemek gerekirse:

Serinin filmleri:

1) A Nightmare On Elm Street (1984)
2)A Nightmare On Elm Street 2 Freddy's Revenge (1985)
3)A Nightmare On Elm Street 3 Dream Warriors (1987)
4)A Nightmare On Elm Street 4 The Dream Master (1988)
5)A Nightmare On Elm Street 5 The Dream Child (1989)
6)A Nightmare On Elm Street 6 Freddy's Dead (1991)
7)A Nightmare On Elm Street 7 Wes Cravens New Nightmare (1994)
8)A Nightmare On Elm Street 8 (2010)

Ve karşınızda FREDDY KRUEGER :

Doğum Tarihi:Şubat 1942
Doğum Yeri:Springwood Ohio
Irkı:Beyaz
Cinsiyeti:Erkek
Boyu:1,72
Kilosu:72
Saç Rengi: Ne Saçı?
Göz Rengi:Gri
Cinayet Aleti:Kendisinin yaptığı, ucunda 4 tane bıçak bulunan eldiven.
Belirgin yara izleri: Biraz yüzü yanmış (!)

  
Rahibe olan annesi Amanda Krueger bir gün çalıştığı deliler hastanesinde kule dedikleri bir yerde yüzlerce deli arasında yanlışlıkla kapalı olarak unutulur.Bir kaç gün boyunca tüm deliler rahibeye tecavüz eder. Bunun ardından hamile kalır fakat babasının kim olduğu belli değildir. Büyüme çağında zorlu bir çocukluk geçirir ve genetik olarak da garip bir yapısı vardır. 18 yaşından sonra lisede hademe olarak çalışmaya başlar ve garsonluk yapan Loretta Johnsonla evlenir hatta bir kız çocuğu bile olur. Ama çocukluğundan beri gösterdiği şiddet içeren davranışları değişmez. Oturduğu Elm sokağındaki çocukları şekerle kandırıp okulun kazan dairesinde yakar. Farkedilip yakalanır ama deli raporu nedeniyle yırtar. Bunun bir haksızlık olduğunu düşünen halk kendileri cezalandırır Freddy'i , diri diri yakarak. Ama ceseti bir türlü bulunamaz. Rivayete göre ateşlerin arasındayken 3 tane şeytani ruh, yani rüya cinleri Freddy'nin ruhuyla anlaşır. Artık başka bir boyutta yaşayacak ve rüyada öldürdüklerinin ruhlarıyla beslenecektir. Zaman intikam zamanıdır Freddy için...

Geri dönüp kendisini diri diri yakan ailelerin çocuklarının rüyasına musallat olur. Ne yazıkki kaçışta yoktur ondan. Eğer bir kez peşinize düştüyse kurtulmanız için hiçbir yol bulamıyacaksınızdır, sizden önceki 35 genç gibi eninde sonunda uykuya dalacaksınız ve o da sizi orada bekliyor olacaktır. Üstelik elini kolunu keserek de durduramazsınız, o bunu zevk için kendisine yapıyor zaten(Kanı yeşil olduğundan kurbanlarını korkutmak için genelde orasını burasını keser bu psikopat herif). Bir çok insanı öldürürken ara ara onu öldürdüğünüzü de düşünüyor olabilirsiniz ama rüyalar onun çöplüğüdür o elbet geri gelir ve öldürmeye devam eder. Taa ki kızı tarafından öldürülene kadar. Bu da serinin sonu olur zaten.

Ve seriye damgasını vuran tekerleme;

1-2 Freddy comes for you
3-4 Close the door
5-6 Grap a crucifix
7-8 Stay up late
9-10 Never sleep again!

 

1-2 Freddy senin için geldi
3-4 Kapını ört
5-6 Hemen al hacını
7-8 Bu gece yeni gececiyiz
9-10 Artık uykuya son!


 



Bu tekerleme tüylerimi diken diken ederdi. O ip atlayan kızlar bence Freddy'den daha korkunçtu. Sanırsam ip atlamayı bilmediğim için de öyle hissediyor olabilirim. Kedi uzanamadığı ete mındar der hesabı. Neyse bu hikayeyi başka zaman anlatırım ama genel olarak diyeceğim şudur ki Freddy Krueger sevilesi bir katildi. Karizma adamın göbek ismi  kesinlikle. Bunu sadece ben demiyorum herkes benimle hem fikir. İşte bu yüzden bir film karakterinden daha çok bir ikon haline geldi. İşte bu yüzden Los Angeles'da 1991 yılında 12 eylül gününü "Freddy Krueger Günü" ilan edilmiş. Ama kırgınım ben rüyalarımın erkeğine çünkü gelmedi hiç rüyalarıma...

Çocukluk aşkım Freddy Krueger'a gelsin; Bekledim de gelmedin....


Not: Küfür içerdiği için üzgünüm. Kendimi anca bu kadar sansürleyebiliyorum :p
18 Kasım 2010

Benim Olucak Fıstık!

Uzun zamandır şımarmıyorum. Hele ki küçük çocuklar gibi bunu istiyorum bunu istiyorum diye tutturmayalı çok uzun zaman oldu ama bugün şımarıyorum arkadaş! Kimse tutamaz beni :) İnternette dolanırken gözüme çarpan, 'bu kesin benim olmalı lan' dediğim şeyleri göstermek istiyorum. Evet, gereksiz bir paylaşım bu sefer ki ama çok güzeller göstermezsem çatlarım:) 


Bu saatten muhakkak yaptırıcam kendime. Ay bunun nesi var şimdi diyebilirsiniz ama benim gibi matematik tutkusu olan adam buna bayılır. Bayılmayanın alnını karışlarım zaten tabiri yerindeyse:) Latife bir yana ne şirin değil mi ? Saat kaç üç faktöriyel şeker :)


Lakabımın 'Penguen' olduğunu bilmeyen yok herhalde artık. ( Hala 'Harbi mi?' diyen varsa bir zahmet yukarı kaldırıp başlığa baksın diyorum daha da bir şey diyemiyorum üzerine:p) Ve bilen bilir pengu olma yolunda emin adımlarla ilerlerken bunları görünce delirdim. Ergen kız çocuğu edasıyla çığlıklar atıp 'istiyorum' diye bağırdım. Tamam bana da inandırıcı gelmedi ne var ama çok tatlı ya....

Yüzük takıntım vardır ama öyle çok fazla kolye ve küpe takmam. Yalnız bu kolye takılmaz mı ya sorarım size. Her küçük kızın çocukluğu bez bebeği ve oyun parkındaki salıncağıdır. Ve bu kolye bana çocukluğumu anımsatıyor resmen... Bir yerlerden bulmalı bu kolyeyi :)

Tartıları üniversite hazırlığından beri pek sevmez oldum. Liseyi kemik üzerinde deri şeklinde bitirmiş biri olarak bir yaz, 1,68lik boyla utanmadan 75 kiloyu taşımaya kalkınca mahalle bakkalında hiç tanımadığım 5 yaşındaki velet "Anne abla hamile mi?" diye beni gösterdi doğal olarak. İşte o an zayıflama kararı aldım ve sanırsam bir o zaman barıştım tartılarla ama şuan yine birbirimizi sevmediğimiz bir vakitten geçiyoruz. Oysa tartım da bana böyle dese sevmem mi onu? Bağrıma basmam mı? Basarım tabi ama işte kadın dilinden anlamıyor benim ki, odun biraz... 

Kararımı verdim kapıya bunlardan yaptırıcam. Ancak bu şekilde annemi evde tutabileceğimi düşünüyorum. Bir anne kızından fazla gezebilir mi ? Söz konusu anne benim annem olunca oluyor ama bence bu caydırıcı bir yöntem olabilir. Düşünmüyor değilim ;)


Son olarak işte bunlar benim olmalı... "Yemek yemek bir sanattır" derim her daim. Tadının yanında görüntüsü ye beni demeli. Şimdi bu kurabiye canavarları sizi davet etmiyor mu? Bu tatlılık size de beni yemezsen çok şey kaybedersin demiyor mu? Tek aç olan ben miyim yahu? Biri bana bu kurabiyelerden yapmalı.... Ne olur.... :)




İstiyorum... Aç gözlülüğüm tuttu yine ama engel olmakta istemiyorum bu sefer. Sadece istiyorum. Bunlar benim olsun ya ne olur ? Ben de o türk filminde ki şişko kötü çocuk Nuri gibi  bağırmak istiyorum; "Benim olucak fıstık! Bincem üstüne vurcam kırbacı, vurcam kırbacı...". Ne olur sanki ?
17 Kasım 2010

"Dün Akşam" Kısa kısa

Bu aralar -yine- depresif havalardan çalar oldum sazımı. İşler çığrından çıkmaya başladığında yazarım. Yazdığımda, yaşadığımı hikayeleştirdiğimde yani,  benim olmuyor sanki o sorunlar. Bir başkasının sorunlarınlarıymışta ben sadece dinliyormuşum gibi olup çıkıyor. Anca o zaman fikirler bulup çözebiliyorum sorunlarımı. Ama bilirsiniz ki her zaman çözüm yolu tıkalıdır. Sanki hayat sadece bizim mutsuz olmamızı istiyormuş gibi... Bu 'saçma' düşünce yüzünden mi bilmiyorum bazen yazamıyorum işte... 

Dün akşam üstad sorunca farkettim bu fikri. 'Canın sıkkın gibi. Neden yazmıyorsun? ' dedi. Neden diye düşündüm ama bir yanıtı yoktu. Uzun zamandır bişiyler yazmak istiyorum diyordum ama yazının başına oturunca cümleler bir türlü bir araya gelmiyordu işte. İnatçı keçiler gibi aynı köprüden geçmemek için direniyordu harfler. Başlayıp yarım kalıyordu tüm yazılarım çözülmemiş sorunlarım gibi. Üstad yine beni bir düşünce fırtınası içine atmıştı. Bu yüzden sevmiyor muydun zaten onunla yaptığım muhabbetleri.  Sanki incesaz'ın sevdiğim bir şarkısında dalıp gitmek gibiydi onunla günü konuşmak.İncesaz demişken 23 Kasım'da ki konser geldi aklıma. Gidilmeli, kaçmamalı bu konser. Bir yerlere not tutulmalı. Canlı canlı dinlenmeli "Mazi kalbimde bir yaradır..." şarkısı. 

Mazi... Gelenlere hoşgeldin demeyi unutuyoruz geçmişimize ağlarken ne garip. Dün unutulmayan bir dosttan selam aldım. Yalnız yeni bir selam şekliydi; 'dürtme' nam-ı diğer 'poke'... Sanal alemin hayatımıza kattığı yenilikler işte. Düşünüyorum da onunla da arkadaşlığım sanaldan başlamış sayılmaz mıydı ?! Kendisi üniversite hazırlık sınıfı arkadaşımdı. Paylaştığımız bir sene içerisinde çok muhabbet ettiğimi hatırlamıyorum. Sonra hayatıma 'facebook' girdi. Ordan başladı mesajlaşmalarımız. Öyle güzeldi ki onunla muhabbet, okul dönüşü heyecanla facebooku açıyordum mesaj geldi mi diye.. Aah aah o heyecan başkaydı. Hayır msn yok muydu ? Vardı.. Ama onunla orda muhabbet etmek başkaydı. O bir seneyi boşa heba etmiş olmama hala yanarım. Bana ilk masalımı yazan kahramanımla şimdiler de sık sık görüşemiyor olsak da biliyorum ki Fömer dediğimde nerde olursa olsun çıkıp gelir ve beni bulur. Dün akşam yine heyecanla ondan selam beklerken ilk defa güzel geliyordu gözüme mazi. Demek ki yıkılıveriyormuş 'saçma' düşünceler, bunu daha iyi anladım. 

Maziyi tatlandıran eski dostluklarmış bir kez daha anladım. Ama daha iyi anladığım bir şey varsa o da 'bir yerden güldüren kader diğer yerden üzer'. Bu aralar sohbet etme şerefine nail olduğum arkadaşlarım iyi bilir ki kadere feci takmış durumdayım. Sorguladığım en önemli şey ise çok iyi ağ ören kader'in başıma ördüğü çoraplardan başka örgü çeşidi bilemiyor oluşu. Yılların kaderisin sen öğrene öğrene bir çorap bir ağ mı örmeyi öğrendin bre dürzü! Kaderin bu umursamazlığını düşündükçe çıldırıyorum. Her şey bana karşı diyen liseli ergenler gibiyim. Farkındayım bu sulugöz halimin ama delirmemek elde değil yahu! Dün akşam mutluydum dostlarım sayesinde ama bir yandan da canım acıyordu dostlarım yüzünden. Bunun sebebi kader değildi de neydi ? Bunca yıllımı paylaştığım, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen dostumdan öte artık kardeşim olmuş insanların belli çıkar sebepleri yüzünden beni ikinci plana atmasının sebebi kader değil mi yani ? Ben bu suçu kadere atmazsam o insanların suratına daha nasıl bakarım? Bir hiç uğruna kaybedişimin faturasını kadere kesmezsem dostluğa inancım kalır mı ki ? Üzgünüm ama tek sorumlu sensin kader... 


Dün akşam söverken kadere böyle düşündüğüm tek bir şey vardı; 'Ben nasıl biriyim?'  Geçenlerde okuduğum o yazıdan etkilendim herhalde. Ben onlarda nasıl biriydim? Bunca zaman onca yaptığım şeyden sonra neden hala güvenilir değildim ya da onca söylediğim şeyden sonra bile hala neden adam yerine konulmuyordum. Neden sohbetlerim benden ya da ondan değil de üçüncü şahıslardan oluyordu? Neden üçüncü şahısların gölgesi altında ezilirken isyan edemiyordum? Çok soru vardı aklımda ama bildiğim tek bir yanıt; "Sakin ol! Her şey geçiyor, hayat mesela..."


Depresif havaların ezgileriyle doluyken odam dün akşam. Yağan yağmura inat doğdu o güneş. Şaşkınlıktı o an hissettiğim sanırsam. Güneşi beklemiyordum o fırtınada. Tadını çıkartmak yerine gözlerim kamaşmasın diye perdeyi çektim. Zaten onca yaşanandan sonra tadını çıkartamazdım da. Bir deyim vardır ya ; 'Ağzınla kuş tutsan nafile' diye. İşte öyle bir haldeyim. Ağzıyla kuş tutsa da benim için içimdekiler öyle gömülü ki derine üzerindeki tozları kımıldatamıyor bile. Oysa geçen şubat hiç yaşanmamış olsaydı her şey farklı olurdu. O hayatıma hiç girmemiş olsa ya da onlar, her şey farklı olurdu ben farklı olurdum. Ben yine herkesin tanıdığı o şapşal olurdum. Ama sonunda büyüdüm. Güneşi görünce sokağa fırlamıyorum artık çünkü biliyorum kışlar yazdan sonra gelir. 


Aaah dün akşam! Hem yağmurluydun hem güneşli. Tek başına oynadın kaderi. Ben ise sessiz sedasız izledim seni öylece. Sen olmasaydın takvimde bugün burda bir bayram yazısı olurdu belki de. Bayram demişken iki çift laf etmeden geçmeyelim... Eski bayramların tadı yok demeye başladık ya daha şimdiden. Yaşlandığımızda bu sıkıcı bayramları bile özliyceğimizi bilmek iyi mi kötü mü kestiremiyorum ama yaşlılığımıza güzel bir anı bırakmak umuduyla iyi bayramlar dilerim hepinize. Keyifli bir bayram olur umarım... 


Sözlerimi bayram tatında bitiriyorum belki ama yine de senden hoşlanmadım dün akşam belirteyim istedim. Adam ol! Büyü ve yarın akşam yine gel adını değiştirip. Sevgilerimle canım öpüyorum... 


 

 
10 Kasım 2010

İyi ki Doğdun Fahriye Teyze !

Bu kutlama yazısını yazmasam gözüm açık giderdi vallahi... 

Bildiğiniz üzere matematik bölüm öğrencisiyim. Zevk işidir, matematik. Yolu yanlışlıkla düşeni yalar yutar. Tutkusu olmalı insanın ki dayanabilsin - bu kendi fikrim en azından - . Bölüm arkadaşlarımda var mesela o tutku. Ayıptır söylemesi bu kadar ineği nasıl bir araya toplamayı becerdiler bilmiyorum. Bu yüzden midir bilmiyorum çok fazla samimi olduğum insan yok ama bir grubum var ki evlere şenlik. Onlarsız bitiremeyebilirdim kesin bir yerde kafamın tası atar 'Gidiyorum ben ulan!' derdim. 

Uzun uzun anlatırım bir ara bu grubu ve yaptığımız delilikleri ama şimdilik birine öncelik vermek istiyorum. Tanıdığım en iyi insan belki de adı gibi Melek bir insan. 46 numaranın daimi ev sahiplerinden olduğu kadar başın sıkıştığında yolunu gösterecek kadar da düşünceli ve aklı başında. Beni her daim kollayan bir melek misali kendisi, o olmasa ne uyanıp sınava gidebilirim ne de notlarımı toplayabilirim. Bana lütuf gibi... 

Bu güzel hediyemin mimarı güzel annelerimizden biri Fahriye Teyzemin bugün doğum günüymüş. Şimdi ben doğum gününü kutlamasam böyle bir evlat yetiştirdiği için bin kez teşekkür etmesem ayıp etmiş olmam mı ?! 

İyi ki doğdun Fahriye Teyzeciğim. Nice mutlu senelere kızın ve sevdiklerinle birlikte... İyi kalpli güzel insan ve benim canım arkadaşım Melek, seni çok seviyorum kuzum bunu sakın unutma ve annenle mutlu güzel ve upuzun bir ömür diliyorum sana... Yalnız ben de olayım arada o ömürde geleyim yanınıza tamam mı ?
5 Kasım 2010

Bu V'yi Unutmak İçin Hiç Bir Sebep Bulamıyorum!

         Remember, remember the Fifth of November,
        The Gunpowder Treason and Plot,
        I know of no reason
        Why the Gunpowder Treason
        Should ever be forgot.
        Guy Fawkes, Guy Fawkes, t'was his intent
        To blow up the King and Parli'ment.
        Three-score barrels of powder below
        To prove old England's overthrow;
        By God's providence he was catch'd (or by God's mercy*)
        With a dark lantern and burning match.
        Hulloa boys, Hulloa boys, let the bells ring.
        Hulloa boys, hulloa boys, God save the King!
        Hip hip hoorah!
        A penny loaf to feed the Pope.
        A farthing o' cheese to choke him.
        A pint of beer to rinse it down.
        A faggot of sticks to burn him.
        Burn him in a tub of tar.
        Burn him like a blazing star.
        Burn his body from his head.
        Then we'll say ol' Pope is dead.
        Hip hip hoorah!
        Hip hip hoorah!


Böyle başlıyordu V For Vendetta filmi. V, kimene göre bir anarşistti kimine göre ise bir kahramandı. Adaleti mi savunuyordu yoksa yaptığı sadece terör estirmek miydi ? Hala bir tartışma konusu. Bazılarına göre gereksiz bir şiddet filminden öte değildi. Bazıları olayın geleceğin Londra'sında geçtiğini söylerken bazıları olayın 1984'ün matrix'i olarak ele alıyordu. V kimine göre kurbanken kimine göre bir katildi. Bu çelişkiler içerisinde film - ya da okuyanlar için çizgi roman - yine de bizi bir yerlerimizden sıkıca kavradı ya da en azından beni etkilemeyi başardı. 


"bu maskenin altında bir yüz var...
ancak benim değil.
ne altındaki kaslardan daha "ben"dir o yüz...
ne de altındaki kemiklerden.
bu maskenin altında
etten daha fazlası var.
bu maskenin altında
bir fikir var!
ve fikirler kurşun geçirmez!.. "


Diyerek can evimden vuruyordu beni. Belki de bu yüzden V'nin kim olduğunu sorgulamıyordum. Kimliği önemsizdi. O sadece bir fikirdi. Bir kan davası vardı ve bir amacı. Hepsi topu topu buydu işte. " Eğer suçluyu arıyorsanız aynaya bakmanız yeterli olacaktır..." denmekte filmde belki de bu yüzden bu kadar farklı şeyler hissettirmekte bize. Herkes kendini görmekte o aynada... 

Bugün 5 Kasım... Saat 12'yi vurmadan bir izleyin derim bu filmi. En azından dans edilmeden yapılan devrimi devrim saymayan V 'nin bu tatlı görüşü için izleyin. Eminim sizi de bir yerlerden çekip vuracaktır! Sizleri filmden güzel bir şarkıyla başbaşa bırakırken bir sonraki 5 Kasım'da V'yi izleyeme bana davet ederim :) Unutmayın ;

But you cannot kiss an idea…
… cannot touch it or hold it.
Ideas do not bleed.
They do not feel pain.
They do not love. 




Not: Bu siteyi de inceleyin zevk alacaksınız !
30 Ekim 2010

Bir Sızı Var İçimde Ölesim Tuttu



Bir şeyleri inşa etmeye uğraşırsın, yoktan var etmeye... Deli gibi çalışırsın üzerinde, en ufak ayrıntısına kadar. Sonra biranda yıkılıverir. Yerle yeksan oluşunu izlersin de durduramazsın hiç bir şeyi... Ne acıdır! Hele de bu birikimler kişiliğin içinse... Çok kırıldım ben, çok hiçe sayıldım. Bu yüzden de kıramam diyordum birini, bu acımasızlığa ortak olamam. Kimseyi kırmamaya çalışarak biriktiriyordum her şeyi ama bugün, bugün herşeyi yerle bir ettim! Herkesi ve her şeyi geçtim, ben kendimi affedemem! Bunca emeği yerle bir eden kendine ihanetlerin en büyüğünü yaşatan bu şuursuzu affedemem!

Sonu belli olmayan bir yoldu işte... Öylece duruyorduk o tünelin girişinde, içeri adım atıp atmama kararsızlığıyla. Annenin temizlediği yerde çamurla yürümek gibi diye düşündüm kızar ama sever de çünkü bilir oyun olduğunu. Bu yüzden o tünele girmekten korkmuyorduk. Karanlıktı ama ürkütücü değildi. Sonu belli değildi ama aynı zamanda bilindik bir hikayeydi. Anlatılışı değişecekti ama hikaye hep 'Onlar birbirini her şeyden daha çok önemsiyor ve seviyor.' olarak biticekti işte. Karanlık bir tüneldi içinde ne vardı bilmiyorduk ama korkmuyorduk da... Sonu belli olmayan bir yoldu işte ve biz öylece duruyorduk...

Tünelin başında öylece beklerken yorgun ve kırgındım. Tünelin sonunda muhtemelen beni bekleyenlere kırgındım ama bunu söyleyemiyecek kadar da yorgundum. Düşünmek yoruyordu. Kırgınlık kırar mıydı insanı ? Bilemiyordum ama kırmaktan korkuyordum. Yorgundum, düşünmekten yorgun... Ve ben de bıraktım düşünmeyi. "Gel" dedi ve ben de gittim. Sürüklenir gibi aktı ayaklarım ve herkesten önce ben girdim tünele. Nereye gidiceğini bilemeyen bir yaprak gibi akışına bıraktım her şeyi. Rüzgar nereye ben oraya dercesine bırakıverdim kendimi zamanın kum tepesine. Seslendim tünele, düşünmeden seslendim. Bir ses beklemeden seslendim. Gelen sesi dinlemeden seslendim. Kırılganlaşan o sesi algılamak için duraksamadan seslendim. Nereye gittiğimi nereye koştuğumu düşünmeden seslendim. Tünelin sonunu düşünmeden seslendim. Büyük bir kahkahayla koydum noktayı. Ben tünele veda seramonisinin son notası sanırken o nokta aslında son darbeydi kişiliğimin yıkılışında...

"Ben bunu nasıl yapabildim ? " diye düşünmenin anlamsızlığında boğuluyorum şimdi. Sol yanımda taşıyamadığım bir yük var sanki...Vicdan desen değil, daha farklı bir acı bu daha ağır bir yük. Sol yanımda bir şey kırıldı ve ciğerlerime batıyor; nefes alamıyorum. Her nefes alışımda beynim zonkluyor 'Nasıl düşünmezsin!' diye. İnsan düşünmekten nasıl vazgeçer ? Ve nasıl aynı kefeye konur farklı kişilikler ? Hele de bunu 'adam' yerine konmamaktan yakınan biri nasıl yapar ? Hayatımın her deminde bir çok anlamsız karar aldım ama hiç bir zaman bu sefer ki kadar 'saçma' olmamıştı. İnsanların farklı hissedebileceğini nasıl düşünemem ? Bildiğin saçmalık...

Biriktirdiğim onca şey yıkıldı. Özellikle de kendime olan güvenim. Her türlü hatayı yapabilirdim. İnsanım sonuçta, hamurum çamur. Ama ama... Hayır, bunu yapmak kendime ihanet etmek gibi. Bunca zaman bana acı verdikleri için 'kötü' dediğim onca insandan biri oldum işte. Hiç bir farkım kalmadı! Ben de bir başkasının duygularını hiçe saydım, ben de bir başkasını kırdım, ben de bir başkasıyla alay ettim. Her ne kadar yaptığım hiç bir şeyi birini kırmak aşağılamak için yapmamış olsamda yine de durumumun affedilir hiç bir yanı yok! En acı verici kısım herhalde tüm bu şerefsizliğimin yanıma kar kalması oldu herhalde. Belki de canım bu yüzden daha fazla acıyor. Haykırsalardı yüzüme şerefsizliğimi cezamı çekmiş olacaktım.Oysa derin bir sessizlik var geriye kalan...

Yaptığını çocukların bile yapmayacağını düşündüğün ve kahrolduğun biranda bir de karşılaştığın olgunlukla ezip büzülüyorsun...Şu an yaşanılan sadece bu! Susup tüm olgunluğuyla hayatından çıkıp giden bir dost... Hem de arkadaşı olmak için bunca çabalamışken biranda herşeyi yıktığını gösteren derin bir sessizlikle...Ve gidişiyle aramızda kalan bir başka dost... Hayatım boyunca hiç sanslı olmadım ben hiç bir zaman bir taşla iki kuş vuramadım ta ki bugüne kadar. Ben böyle şansa küfredeyim!


Özür dileyemem yine de. Çünkü yok bu işin özrü! Mutlu olsun diye beklediğin bir insanın mutlu olduğu zaman mutluluğunu sen elinden alıyorsan özür dileyemezsin. Sevdiğin birinin sevdiğine saygısızlık ediyorsan sevdiğine özür dileyemezsin. Onca zaman güven isterken ilk anda satışa getiriyorsan özür dileyemezsin. Kırgınlığının yorgunluğunun arkasına saklanamazsın. Paylaşamazsın hataları. Eğer bu yaşına gelmiş olmana rağmen neyi dinleyip neyi dinlememen gerektiğini öğrenemediysen özür dileyemezsin. Üzgünüm ama elimde özrüm yok bu yüzden, zaten özür dileyecek yüzüm de kalmadı... Üzgünüm sadece... Yıllarımı kaybetme ihtimaline dolanıp kaldığım için üzgünüm. Özür dilemiyeceksem neden yazıyorum bunları peki? Unutmamak için... Belki geriye bunları hatırlamak için 'değerli' birileri kalmayacak ama belki kalırsa diye...  Yazıyorum çünkü hayatında yaptığın en büyük şerefsizlik nedir dediklerinde yanıt olarak; "Bir dostumu hata yapmaktan alıkoymak yerine hataya sürüklerken yılların dostluğunu hiçe sayarak bir dostu kırdım. Ve bu yetenekle bir dostu kesin kaybederken birini bunun üzüntüsüyle deli edip diğerini de arada bıraktım. Böylece bir taşla üç kuş vurarak dünyanın en yetenekli şerefsizi oldum." cümlesini verebilmek için. 


Özür dilerim dostlarım size layık olamadım!

15 Ekim 2010

Filmekimi'10 Ardından

Saat hızla ilerliyor gecenin içine doğru ve ben açtım müziğimi, 45'liklerden esintilerinden, keyif yapıyorum. İçimde 'yatmam lazım' kaygısı olmadan keyifimi sürüp demlenmeyi özlemişim. Odamı özlemişim, tembellik yapmayı özlemişim. Dolu dolu geçen bir haftanın sonunda güzel bir tembellik iyi gelir hem. Ne garip bir haftaydı...

Bu hafta (8-14 Ekim) Filmekimi haftasıydı. 2 Ekimde biletleri almak için sırada olucağımı söylemiştim zaten daha önce. Atlas Sinemasında 'Aah bilet kalmadı! Vaah bilet kalmadı!' telaşını yaşayarak sinirleriminin gerginlik katsayısını ölçtürdüm önlerden falan da olsa istediğim tüm filmlere aldım biletlerimi. Ve ilk günden son güne kadar da o salon senin bu salon benim film aralarında koşturdum durdum. İçim biraz buruk bitirdim haftamı çünkü filmlerin çoğundan beklediğim hazzı alamadım. Belki bu aralar üzerimde olan huysuzluğumdan öyle oldu belki de harbiden hayal kırıklığıydı bu sefer festival, tam olarak bilemiyorum. Giden diğer insanlara da sormalı bir de. 

10 filmlik seçkimden bahsetmek isterim kısa kısa; 


İnsanlar Ve Tanrılar:  8 Fransız kesiş , Müslüman köylülülerle yan yana huzur içinde yaşamlarını sürdürürken ülke biranda karışır. Gelişen olaylar ve köktencilerin tutumu kesişleri seçim yapmaya zorlar. Gitmek mi, kalmak mı? Empati kurmak... Özellikle de din gibi bir çok insan için tabu olan bir konuda karşındakini anlamaya çalışmak, farklı dinler arasında ortak köprüler keşfetmek; bunları yansıtan bir filmdi. Kalmak ya da gitmek? Bu zor seçimi yaparken şarap ve ekmekle son yemeğin yansıtılması aklımda kalan güzel bir detaydı. Amacın uğruna kendinden geçer misin ? Zor bir soru ve zor bir seçim ama film bunu güzel bir şekilde yansıtmış zevk alarak izledim. 

Şeytanı Gördüm:  Zevk için öldüren bir psikopatla bir gizli ajanın arasındaki kedi fare oyununu anlatan bir intikam filmi. Mideniz kaldırabiliyorsa izleyeceğiniz bir film çünkü bu koreliler 'psikopat'lığın tanımını iyi biliyor. Bol kanlı sahneler ve keyif veren kovalamaca filmi izlenelisi yapıyor. Ama hala düşünüyorum o polisler neden öyle saçma kararlar alıyordu? Ve en önemli sorum bir tek benim kanım mı pıhtılaşıyor? Bu bir kaç garip detayın dışında sevilip izlenebilesi bir filmdi. 
 
Anneme Dokunma: Ultra düşük bütçeli bir yapım. Hayatı boyunca hep kaybeden olan John bir partide seksi Molly'yle tanışır. Güzel bir ilişkiye adım atacaklardır ama Molly'nin oğlu Cyrus savaşmadan teslim olmayı kabul etmez. Tatlı bir mücadele filmi. Yer yer güldüren film fazla zoom yüzünden göz yorsa da düşük bütçesine göre iyi iş çıkardı diyebiliriz. Göz atılabilecek filmler arasında.

Mezara Kadar: Bir Amerikan halk masalının kahramanı olan Felix "Bush"un gerçek yaşam öyküsünden esinlenilmiş. Ormanda tek başına, herkesten uzakta yaşayan Felix'ten tüm halk korkmaktadır. Onlara göre o gözü dönmüş bir katilden başkası değildir. Bir gün Felix kasabaya iner ve kendine cenaze partisi vermek istediğini söyler. Asıl sebebi bulmakta cenaze levazımatçıları Frank ve Buddy'ye kalır. Filmin sonuna kadar huysuz ve komik Felix'in hikayesini öğrenmeye çalışırken tempo hiç düşmüyor. Bill Murray ve Robert Duvall 'in oyunculuğu izlemeye değer. Festivalin en iyi filmlerinden biriydi benim için.


Gümmm: 19 yaşındaki Smith, doğumgünü yaklaşırken garip rüyasının kayıp parçalarını gerçek yaşamından birleştirmeye çalışır. Bir gece partide otlu kurabiye yemesiyle işler daha da sarpa sarar. Kızıl saçlı bir güzelin öldürülmesine ve dünyanın sonunu getirecek bir komploya tanık olur. 2010 Cannes Eşcinsel Palmiye ödülünü almıştır. Tanıtımına aldandığım filmlerden biri oldu diyebilirim. Komik(!) efektleri, izlerken kendini sihirli dünyalar masalları gibi saçma yerlerde görebileceğimiz karakterleriyle (Bknz: suyla eriyen cadı)  nereye bağlanabilir ki bu film diyebileceğiniz absürd bir yapım. Paintte dünya nasıl patlatılır merak ediyorsanız izleyin derim yoksa ödül almış diye izlenecek bir film değil. Çünkü zira bence içinde 'eşcinsel'liğe dair bile iyi bir alt metin yoktu. 

Benim Güzel Oğlum, Ne Yaptın Sen? : Brad antika bir kılıçla annesini öldürdükten sonra 2 kişiyi rehin alır. Dedektif, Bradın nişanlısı ve arkadaşıyla olayı çözmeye çalışır. Bu filmin yapımcılığını David Lynch üstlenmişti ve sanırsam ilgimi de bu çekti. Ve filmin tanıtımı için kullanılan  "kan ve testerenin görülmediği ama acayip bir korku filmi" cümlesi. Ama unutmamam gereken bir şey varmış ki; reklamlar aldatıcıdır. Rehinelerin 2 flamingo olması gibi güzel gülümsetici detaylarının dışında annesini öldürme sebebini yunan mitolojisine bağlaması güzeldi ama filmi kurtarmaya yetmedi. Belki beklentilerimin yüksek olması bana bu izlenimi veriyor olabilir ama daha iyi bir film bekliyordum içeriğe bakarak. 
.
Carlos: İlich Ramirez Sanchez ya da bilinen adıyla Çakal Carlos... Soğuk savaş günlerinin meşum teröristi, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'nden Japon Kızıl Ordu Fraksiyonu'na 1970'lerle 80'lerin uluslararası terörizm ağının merkezi... Cannes Film Festivali'nde dünya prömiyeri yapılan film, kendi deliliğinin peşi sıra giden uluslararası bir gerillanın öyküsünü anlatıyor. Venezüella'da bir eylemciyken Sudan'da devlet tarafından kayırıldığı mahkûmiyetine, oradan da yolun sonunda Fransız polisine teslim edilişine Çakal Carlos, benzerine zor rastlanır bir çağdaş zaman efsanesi. "Yaşamı hakkındaki bilgilerde halâ karanlık kısımlar bulunduğu, filmin kurmaca gibi izlenmesi gerektiği" uyarısı ile başlıyor film. Çakal Carlos'un yaptığı eylemleri ve yaşamına değinerek yakalanışına kadar getiriyor öyküyü. Yer yer güldüğünüz filmde merak sonuna kadar gidiyor. Yalnız kendi adıma Carlos'u tebrik etmek isterim. Her limanda bir sevgili ve bir olay şeklinde dolu dizgin bir yaşam öyküsü varmış. Festivalin en güzel filmi diyebilirim. Uzun olması biraz dikkat dağınıklığına neden olmuş olabilir ama buna rağmen güzel filmdi. Kesinlikle izlenmeli. 

Mutluyum, Devam Et: Altı NewYorklunun aşk, arkadaşlık ve büyümek ile ilgili hikayesi. Metroda ailesini kaybeden bir çocuğu evine getiren Sam, çocukla zor da olsa samimi olmayı başarır. Yazarlıkta zorlanan Sam'in hayatında fazla arkadaşı da yoktur: Kimseye bağlanamayan Annie, Los Angeles'a taşınmaya karar veren Charlie ile Mary ve bir kabarede şarkı söyleyen Mississippi, tek yakınlarıdır... How I Met Your Mother dizisinden tanıdığımız Ted, Jashor Radnor, bu filmin hem senaristi hem de yönetmeni ve başrol oyuncusu. Başarılı bir işe imza atmış. Her ne kadar Sam karakteri Ted ile çok benzeşse de arkadaşlık hikayesi olarak başarılı bir film. Özellikle Annie'nin aradığı eşi bulurken gözlerini kapatıp onun yüreğini çekici bulduğunu anlattığı sahneyi sevdim. Romantik komedileri sevenler için güzel bir film. 

Ateşli Oda:Yılın en kısa gecesinde, Roma'da bir otel odası... İki kadın, ruhlarına işleyecek bir deneyim yaşayacak. Bu erotik gecenin sonunda, sabaha karşı, bu iki kadın ayrılacak ve ülkelerine dönecekler. Baş başa geçirdikleri 12 saat boyunca hayatlarını birbirlerine anlatacak bu iki kadın; kayıp zamanın sürprizleriyle, dört duvar arasında... Ve böylece yeniden özgürlüklerine kavuşacaklar. Filmde fiziksel yaklaşımın dışında ruhsal bir bileşmeyi yoluna sokabilecekler mi onu göstermeye çalışırken mutlu bir akşamın bitiminde mutlu ayrılınabilinir miymiş bunu göstermeye çalışmakta. Tarihi dokuyu olayla bağdaştırmak güzel bir gözlem olurken bence film epey sıkıcıydı. Fiziksel ve ruhsal birlikteliğin peş peşe aynı periyotlar çevresinde gelmesi, devamlı aynı vurguların yapılması sıkıcı olsada Max karakteri filme neşe kattı. 

Aşka Fırsat Ver: Bu filme gidemedim. Ama film hakkından bilgiyi buradan alabilirsiniz. 

Dikkat Kuzey Kutbu

İzleyiciler

Etiketler

14 şubat (1) 23 Nisan (1) 25 yaş (3) 29 Temmuz (1) 41AT (1) 5 Kasım (1) 500ES (1) 90's (1) adap (1) amiral battı (1) analiz (3) anlamak (1) Arzu (3) aşk (7) aynı (1) ayrılık (2) ayrımcılık (1) bachata (1) banka (1) başkent (1) beğenmek (1) beyaz (1) bilmece (1) bir sevgi istiyorum (1) bovling (1) Bülent Ortaçgil (3) Cahit Arf (1) ceviz cafe (1) Cihan Demirci (1) çay (1) Çingene Kızı (1) çizgi film (1) çocukluk (8) çorap (1) dans (1) Davutpaşa (1) değişim (1) deli gömleği ütü istemez (1) demirdöküm (1) Devekuşu Kabare (1) dilek (1) Dilime Dolandı (2) DİR (20) Disko Kralı (1) doğum (1) doğumgünü (2) Don Kişot (1) dost (4) dövme (1) düğün (1) dün akşam (1) eller (1) emek sineması (2) Emel Sayın (1) engelli (1) ergenlik (1) Erhan (1) esas kız (1) Eskişehir (1) evlilik (3) Eylül Akşamı (2) Fenerbahçe (1) festival (4) fikir (1) film (6) filmekimi (2) Finansbank (1) Freddy Krueger (1) futbol (1) gala (2) GAMYAD (1) ganyan (1) Gaziantep (1) Gaziantep Kalesi (1) gemi (1) gezi (2) göçmen (1) guiness (1) gülümseme (1) güncelleme (1) günlük (2) haber (1) hakkında (1) Hakkında Değil Kendisiyle Konuş (1) hayatım (4) Haydarpaşa (1) Hayvanat Bahçesi (1) hesap (1) hoşgeldin (2) huzur (1) IKEA (1) İkitelli (1) istanbul (1) istemek (1) (1) iş hayatı (1) İzmir (2) kaçmak (1) kader (1) Kahramanlar Müzesi (1) kahve (2) kampanya (1) kan (1) kan kanseri (1) kapak (1) kapı (1) kaybetmek (1) kedi (1) kırgınlık (1) kısa kısa (2) kitap (1) klip (2) koltuk (1) konser (1) korku (2) korku filmi (1) kuaför (1) kurbağa (1) kutlama (1) kuzen (1) kültür (1) leylek (1) madde (3) Mars Heykeli (1) masal (1) matematik (5) melez (1) mezun (1) mezuniyet (1) mim (1) minibüs (1) nar (1) nargile (1) nil (1) Okan Bayülgen (1) oryantasyon (1) Oya-Bora (1) oyuncak (1) önyargı (1) örtü (1) özlem (1) pasta (1) patikli penguen (1) pazar (1) pi (1) platonik (1) poster (1) saçma (1) sansür (1) sarı kağıt (1) savaş (1) Secret Cv (1) sevgi (2) siyah (1) soba (1) soğan (1) sorgulama (1) staj (1) stres (1) süpermen (2) şarkı (6) şataraban (1) şerefsiz (1) şımarıklık (2) şiir (3) Şirinler (1) şizofren (1) takım (1) Taksim (1) tango (1) tanımak (2) tanıtım (3) tanrı (1) taslak (1) taşlıtarla (1) teleşli apt (1) terlemek (1) tesadüf (1) tesbih (1) trombosit (1) unutmak (1) V for Vendetta (1) yabancı (1) yağmur (1) yangın (1) yapma (1) yardım (1) yasak (1) yaşayan kütüphane (2) yemek (1) Yeni türkü (1) yeni yıl (1) yeşilçam (2) Yıldız Teknik (6) Yıldıztog (4) yıldönümü (1) yolculuk (1) yumak (1) yumurta (2) yüksek lisans (1) Zeki Müren (1) Zeugma Müzesi (1)

Sobe!

Takvim İnsanları